27 Aralık 2006 Çarşamba

Eau de Rose - Cahit Zarifoğlu

Zarifçe, Other Voices Poetry

It is heat on my head
of the Earth moving swiftly
The rest is the life that exhausts one

How many fervent days have you spent
Isolated, with presence of your mind only

Laid the soil and spreaded a house upon it
Who was the one asking for an ensign?
It is just hooks of wolf
hanging out from one room to the other

Women! Most of whom wander like travelers
One stays in a bright cave through the nights

Waters flown rapidly over us
We stand erect, but what about these bullet drops?

A tiny worm hollowed our souls
We became stone heavy,
and lowered the sunshades down our eyes

Grandfathers and grandmothers at old seas
They, taking off tired sorrows
Went to the light of sun

Say “be ready,
bravery is in waking up before the sun-rise”
On the way with these children
their hearts always beat for Allah

O Zarif!
Again you drew your head out of the blanket
You spilled so much honey,
You set the ships on fire once again

GÜL SUYU

hızla yol alan dünyanın sıcağıdır başımda
geriye kalan hayattır yoran
aklınla yapayalnız başbaşa
nice alevli geceler geçtin

toprağı yaymış ev sermiş üstüne.
nerde o bayrak arayan
kurt kancaları ancak bir odadan ötekine sarka

kadınlar ki çocuğu gezgin gibi dolanır
aydınlık bir mağarada kalınır akşamları

hızla sular aktı üzerimizden
ayaktayız ama ya bu kurşun damlaları

küçücük bir kurt oydu can evimizi
taş gibi ağırlaştık gözümüze indirdik tenteleri

dedeler neneler yaşlı denizlerde
gittiler güneşin şavkına soyunup sahile yorgun dertleri
de hazırlanalım kahramanlık gün doğmadan kalkmakta
bu çocuklarla yolumuz ilelebet allahla yürekleri

ey zarif yine başını örtüden çıkardın
Çok bal döktün yine yaktın gemileri

23 Aralık 2006 Cumartesi

Denizin Ortasındaki Şehir - Edgar Allan Poe


Bir taht inşa etmiş kendine Ölüm
Uzak batıda yalnız bir şehirde,
İyi ve kötü ile en iyi ve en kötünün
Sonsuz dinlenmeye çekildiği.
Benzemez bizim olan hiç bir şeye
Türbeleri, sarayları ve kuleleri
(Zamanın ötesinde ürpertisiz kuleler).
Yükselen rüzgarların usulca göklerden bıraktığı,
Hüzünlü sular sarar çepeçevre.

Kutsal göklerden nur inmez
Uzun gecelerinde bu şehrin.
Fakat bir ışık ürkünç denizden
Süzülür yükseklere sessizce.
Aydınlatır uzak ve özgür tepeleri
Kubbeleri, sivri kuleleri, kral saraylarını
Mabetleri, Babil’inki gibi surları
Yontulmuş sarmaşıkları ve taş çiçekleriyle
Unutulmuş karanlık köşkleri,
Keman, menekşe ve asma bağlarıyla
Tezyin edilmiş muhteşem türbeleri

Hüzünlü sular sarar çepeçevre
Rügarların göklerden bıraktığı,
Öyleyse harmanlayın havada sallanan
Kuleleri ve gölgeleri.
Ölüm inanılmaz uzak ve derinde,
Mağrur bir kulesinden bu kentin.

Aydınlık dalgalarla esnetir zemini
Açık mabetler ve aralanan mezarlar.
Fakat ne her bir putun pırlanta gözündeki zenginlik
Kışkırtıyor suları yatağından,
Ne de mücevherle süslenmiş cesetler.
Kıvrılıp bükülen bir dalga yok yazık!
Şu büyük camsı kalabalık içinde.
Fısıldayan bir kabarma yok rüzgarların,
Süzüldüğünü uzak ve mutlu bir denizde,
Ne de bir işaret, dinginliği daha az ürkünç
Denizlerden geldiğine dair.

Ama bak! Havada bir telaş,
Şu dalga! Bir hareket var orada.
Kuleler yana itilmiş gibi
Yavaşca batan boğuk cezirde.
Zirveleri saydam ve şeffaf göklerde
Güçsüzce, bir boşluğa teslim olmuş gibi.
Dalgalar şimdi daha bir kızıl,
Nefesi daha bir boğuk saatin.
Ve kesildiğinde dünyevi iniltiler,
Daha da dibe batacak bu şehir.
Cehennem doğrularak binlerce tahtından
Önünde saygıyla eğilecek!

The City in the Sea

Lo! Death has reared himself a throne
In a strange city lying alone
Far down within the dim West,
Where the good and the bad and the worst and the best
Have gone to their eternal rest.
There shrines and palaces and towers
(Time-eaten towers that tremble not!)
Resemble nothing that is ours.
Around, by lifting winds forgot,
Resignedly beneath the sky
The melancholy waters lie.

No rays from the holy heaven come down
On the long night-time of that town ;
But light from out the lurid sea
Streams up the turrets silently—
Gleams up the pinnacles far and free—
Up domes—up spires—up kingly halls—
Up fanes—up Babylon-like walls—
Up shadowy long-forgotten bowers
Of sculptured ivy and stone flowers—
Up many and many a marvelous shrine
Whose wreathèd friezes intertwine
The viol, the violet, and the vine.

Resignedly beneath the sky
The melancholy waters lie.
So blend the turrets and shadows there
That all seem pendulous in air,
While from a proud tower in the town
Death looks gigantically down.

There open fanes and gaping graves
Yawn level with the luminous waves;
But not the riches there that lie
In each idol's diamond eye—
Not the gaily-jeweled dead
Tempt the waters from their bed;
For no ripples curl, alas!
Among that wilderness of glass—
No swellings tell that winds may be
Upon some far-off happier sea—
No heavings hint that winds have been
On seas less hideously serene.

But lo, a stir is in the air!
The wave—there is a movement there!
As if the towers had thrust aside,
In slightly sinking, the dull tide—
As if their tops had feebly given
A void within the filmy Heaven.
The waves have now a redder glow—
The hours are breathing faint and low—
And when, amid no earthly moans,
Down, down that town shall settle hence,
Hell, rising from a thousand thrones,
Shall do it reverence.

18 Aralık 2006 Pazartesi

Beloved - Cahit Zarifoğlu

Zarifçe, Other Voices Poetry

It is gulp of the soil
From me to the ground
My love is the escape
Of my core to the earth

Nature asks you to love
For you to blossom
Let you bow down when you see the beloved
Let your nape bend strongly

You should know to stand erect as you bend
What moves you up to the heavens
The face you see in the sky
Is that the game of the clouds
Or a trick of the stars

Always loving
And ascending too
With the news of a loneliness
My self flies
And fades
In the colorless horizon

YÂR

toprağın yutkunmasıdır
benden yere
özümün yeryüzüne
kaçmasıdır sevmem

doğa sevmeni bekler
ister ki göveresin
yari görünce çökesin
kavi eğilsin boynun

eğilirken diklenmeyi bilmelisin
seni ne taşır yücelere
ya gökyüzünde gördüğün çehre
bulutların bir oyunu
hilesi mi yıldızların

hep severek
ve yücelerek de
ben'im bir yalnızlık haberiyle
iklimsizliğe doğru
uçarak ufalmaktadır

12 Aralık 2006 Salı

Of Love - Cahit Zarifoğlu

Zarifçe, Other Voices Poetry

I've seen such banquets where
Muscles of man offered on the plates

Loneliness before those oblique bodies
Was smashing everything far from each other
A woman
A man

Breathing mysteriously, a man
Showing as the failure of the hunt
To his hunting peer and hiding
Between the rushes in the reed
By separating and fetching
The warm and viscous whispers
Was wrapping them around his body like a rope

While he could resemble everything
While nothing resembled him

That famed trump
If starts blowing
From the base of our hair - identity
Of a ferocious animal collars us

Is he a man, lying
In a bunch of sun on the lagoon,
And in that violet ray
Like a dead dog

Or is that the shadow of a wild duck
Sliding hastily

AŞKA DAİR

Öyle sofralar gördüm ki
İnsan kasları vardı tabaklarda

O eğik gövdeler önünde yalnızlık
Her şeyi birbirinden uzağa çarpıyordu
Bir kadın
Bir erkek

Gizlice soluyordu
Bir erkek av arkadaşından
Av durgunluğu gibi gösterip saklayarak
Kamışlıktaki sazların arasından
Ilık ve yapışkan fısıltıları
Ayırarak alarak
Urgan gibi bedenine doluyordu

Her şeye benzeyebilirken o
Hiçbir şey benzemezken ona

o ünlü borazan
Başlarsa saçlarımızın diplerinden
Üfürmeye. -Yırtıcı bir hayvan
Kimliği yapışır yakamıza

Bir erkek mi o
Göle yatmış bir güneş demetinde
O mor ışında
Bir köpek ölüsü gibi yatan

Hızla kayan
Yoksa bir yaban ördeği gölgesi mi

10 Aralık 2006 Pazar

Rüya İçinde Rüya - Edgar Allan Poe


Al bu buseyi kaşın üzre sen!
Ve işte şimdi ayrılıyorken,
İzin ver itiraf edeceğim-
Yanlış değildi söylediğin
Günlerin bir rüyaydı derken;
Uçup gittiyse umut yine de
Geceleyin ya da gündüz,
Hayalde, ya da hiçbirinde
Peki kaybımdan eksilen ne?
Rüya içinde bir rüyadır
Hep gördüğümüz, göründüğümüz.

Bir uğultunun ortasındayım
Dalgaların dövdüğü bir kıyıda,
Ve avucumda tuttuğum
Altın kum taneleri-
Azlar! Ama nasıl da kayıyorlar
Derinliğe parmaklarımdan,
Ağlarken - ben ağlarken!
Tanrım! Sıkıca tutamaz mıyım
Bırakmadan avucumdan?
Tanrım! Kurtaramaz mıyım
Birini acımasız dalgadan?
Yoksa rüya içinde bir rüya mı
Hep gördüğümüz, göründüğümüz?

A Dream Within a Dream

Take this kiss upon the brow!
And, in parting from you now,
Thus much let me avow-
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream.

I stand amid the roar
Of a surf-tormented shore,
And I hold within my hand
Grains of the golden sand-
How few! yet how they creep
Through my fingers to the deep,
While I weep- while I weep!
O God! can I not grasp
Them with a tighter clasp?
O God! can I not save
One from the pitiless wave?
Is all that we see or seem
But a dream within a dream?

7 Aralık 2006 Perşembe

Kuzgun - Edgar Allan Poe

Evvel zaman önce ürkünç bir gecede,
Eski kitaplardaki yitik hikmeti,
Düşünüyordum güçsüz ve bitkin.
Başım öne düşmüş, uyumak üzereyken,
Nazik vuruşlarla kapı çaldı birden.
“Bir misafir” dedim “çalıyor kapımı”
“Bir misafir, başkası değil.”

Açık seçik hatırımda, bir Aralık günüydü,
Yerde bir hayalet gibi şöminenin ışığı.
Çaresiz sabahı istedim, kitaplardan diledim
Istırabın bitişini – Lenore’u kaybetmenin ıstırabı.
Meleklerin Lenore dediği o bakire, nurlu ve eşsiz,
Artık ebediyyen isimsiz.

İpeksi mor perdelerin süzgün hışırtısıyla,
Garip bir dehşet kapladı, hiç yaşamadığım.
Yineleyip durdum yatıştırmak için kalbimi,
“Odamın kapısında bekleyen kişi bir misafir,
Odamın kapısındaki gecikmiş bir misafir,
Başkası değil.”

Canlandım birdenbire, daha fazla beklemeden,
“Bayım” dedim “ya da bayan, affınızı diliyorum.
Gerçek şu ki uyukluyordum, usulca kapıya vurdunuz,
Usulca geldiniz, kapıma dokundunuz.
Emin olamadım işittiğimden.”
Sonra ardına kadar açtım kapıyı,
Karanlıktı, sadece karanlık.

Merak ve endişeyle baktım karanlığa uzun uzun,
Hiçbir faninin cüret edemediği hayaller içinde.
Sessizlik bozulmadı, ne de bir işaret karanlıktan,
Orada tek kelime “Lenore” idi, fısıldadığım.
Ve karanlıktan yankılandı bir mırıltı: “Lenore,”
Sadece bu, başka bir şey değil.

Ruhum alevler içinde döndüm odama,
Ardından yine bir tıkırtı, daha da şiddetli.
“Eminim” dedim “birşeyler var penceremde,
Gidip ne olduğuna bakayım, gizem çözülsün,
Kalbim sükun bulsun, bu gizem çözülsün.
“Rüzgardır, başka bir şey değil.”

Tam kepengi açacakken, kanat şakırtılarıyla
Heybetli bir kuzgun belirdi, kutsal günlerden kalma
Hiçbir şey söylemedi, ne bekledi ne durdu
Bir saygın kişi edasıyla, kapının üstüne tünedi,
Oda kapımın üzerinde, bir Pallas büstüne tünedi,
Tünedi ve oturdu, sadece bu

Cezbederek, takındığı ağır ve şiddetli tavırlarıyla
Üzgün ruhumu gülümsetti, çehresi bu siyah kuşun
“Sorgucun kırpılmış olsa da” dedim “Değilsin namert,
Karanlık kıyılardan gelen, korkunç ve gaddar kuzgun.
Söyle nedir, cehennemi gecenin kıyılarındaki saygın ismin”
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

Şaştım bu hantal kuşun konuşmasına böyle açık,
Pek anlamlı, pek ilgili olmasa da söylediği;
Çünkü hiçbir şanslı insan yoktur, ki biliriz hepimiz
Oda kapısının üzerine tünemiş bir kuşla karşılaşsın
Kapının üstündeki büste tünemiş bir kuş ya da canavar,
Adı “Hiçbir zaman” olsun

Tek bir söz söyledi o dingin büstteki kuzgun
Taştı sanki bütün ruhu o tek kelimeden
Ne bir söz ekledi, ne bir tüyü kımıldadı
Acıyla mırıldandım: “Diğerleri uçup gittiler,
Sabah o da terkedecek beni, umutlarım gibi”
Dedi kuş “Hiçbir zaman”

İrkildim tam yerinde söylenen bu sözle,
“Şüphesiz” dedim “bu söz, tek sermayesi,
Üzgün bir sahipten miras, zalim belaların
Şarkıları tek bir nakarata düşünceye dek kovaladığı
Umutsuz ve hüzünlü bir ağıt gibi tekrarlanan
“Asla---hiçbir zaman”

Kuzgun beni hala cezbedip gülümsetirken,
Yöneldim koltuğa, kapının, büstün ve kuşun önünde
Gömülürken koltuğuma, düşünüyordum
Eski zamanlardan kalma bu uğursuz kuşun
Bu gaddar, hantal, korkunç, ve kasvetli kuşun
Neydi kastettiği, derken “Hiçbir zaman”

Tahmin yürütmeye koyuldum, tek ses etmeden
Ateşli gözleriyle sinemi dağlayan kuşa
Devam ettim düşünmeye, uzatıp başımı
Lambanın aydınlattığı kadife yastığın üzerine
Lambanın gözlerini diktiği kadife ve mor yastık ki
Ah, “hiçbir zaman” yaslanamayacak o!

Sonra görünmez bir tütsünün kokusuyla ağırlaştı hava
Yüce meleklerin ayak sesleri çınladı tüylü zeminde.
“Ey Sefil” diye haykırdım “Bir ferahlık verdi sana Tanrın”
Lenore’un hatıralarından kurtulasın diye bir ilaç,
İç bu iksiri kana kana ve sil Lenore’u aklından
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

“Kahin” dedim “şeytani birşey! --kahin yine de, kuş ya da iblis”
Kışkırtıcı mıydı yoksa bir fırtına mı seni bu sahile atan
Kimsesiz ama gözüpek – bu afsunlu çöl toprağında
Bu perili evde—bana gerçeği söyle, yalvarıyorum
Var mı – günahların ilacı? Söyle bana–söyle, yalvarıyorum
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

“Kahin” dedim “şeytani birşey! --kahin yine de, kuş ya da iblis”
Üstümüzde kıvrılan gökler ve yücelttiğimiz Tanrı adına
Söyle bu hüzünlü ruh, uzaktaki cennette, sarılabilecek mi
Meleklerin Lenore adını verdiği kutsal bir bakireye
Meleklerin Lenore dediği o eşsiz, nurlu bakireye
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

“Bu söz ayrılık imimiz olsun ey kuş, ya da iblis”
“Dön artık fırtınaya, ve cehennemi kıyılara,
Söylediğin yalana nişan tek tüy bırakma.
Yalnızlığıma dokunma, terket o büstü,
Çek gaganı kalbimden, çek suretini kapımdan”
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

Uçmuyor kuzgun, oturuyor orada, hala orada
Oda kapımın üzerindeki o süzgün büstte
Rüya gören bir iblisin bakışı gözlerinde
Gölgesi akıyor zemine yüksekteki lambadan
Ve bu gölgeden, yerde uzanmış yatan,
Yükselecek mi ruhum? – “hiçbir zaman”

The Raven

Once upon a midnight dreary, while I pondered, weak and weary,
Over many a quaint and curious volume of forgotten lore--
While I nodded, nearly napping, suddenly there came a tapping,
As of some one gently rapping, rapping at my chamber door.
"'Tis some visiter," I muttered, "tapping at my chamber door--
Only this and nothing more."

Ah, distinctly I remember it was in the bleak December,
And each separate dying ember wrought its ghost upon the floor.
Eagerly I wished the morrow;--vainly I had sought to borrow
From my books surcease of sorrow--sorrow for the lost Lenore--
For the rare and radiant maiden whom the angels name Lenore--
Nameless here for evermore.

And the silken sad uncertain rustling of each purple curtain
Thrilled me--filled me with fantastic terrors never felt before;
So that now, to still the beating of my heart, I stood repeating
"'Tis some visiter entreating entrance at my chamber door--
Some late visiter entreating entrance at my chamber door;
This it is and nothing more."

Presently my soul grew stronger; hesitating then no longer,
"Sir," said I, "or Madam, truly your forgiveness I implore;
But the fact is I was napping, and so gently you came rapping,
And so faintly you came tapping, tapping at my chamber door,
That I scarce was sure I heard you"--here I opened wide the door--
Darkness there and nothing more.

Deep into that darkness peering, long I stood there wondering, fearing,
Doubting, dreaming dreams no mortals ever dared to dream before;
But the silence was unbroken, and the stillness gave no token,
And the only word there spoken was the whispered word, "Lenore?"
This I whispered, and an echo murmured back the word, "Lenore!"--
Merely this and nothing more.

Back into the chamber turning, all my sour within me burning,
Soon again I heard a tapping something louder than before.
"Surely," said I, "surely that is something at my window lattice;
Let me see, then, what thereat is and this mystery explore--
Let my heart be still a moment and this mystery explore;--
'Tis the wind and nothing more.

Open here I flung the shutter, when, with many a flirt and flutter,
In there stepped a stately Raven of the saintly days of yore.
Not the least obeisance made he; not a minute stopped or stayed he,
But, with mien of lord or lady, perched above my chamber door--
Perched upon a bust of Pallas just above my chamber door--
Perched, and sat, and nothing more.

Then the ebony bird beguiling my sad fancy into smiling,
By the grave and stern decorum of the countenance it wore,
"Though thy crest be shorn and shaven, thou," I said, "art sure no craven,
Ghastly grim and ancient Raven wandering from the Nightly shore--
Tell me what thy lordly name is on the Night's Plutonian shore!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

Much I marvelled this ungainly fowl to hear discourse so plainly,
Though its answer little meaning--little relevancy bore;
For we cannot help agreeing that no living human being
Ever yet was blessed with seeing bird above his chamber door--
Bird or beast upon the sculptured bust above his chamber door,
With such name as "Nevermore."

But the Raven, sitting lonely on that placid bust, spoke only
That one word, as if its soul in that one word he did outpour
Nothing farther then he uttered; not a feather then he fluttered--
Till I scarcely more than muttered: "Other friends have flown before--
On the morrow he will leave me, as my Hopes have flown before."
Then the bird said "Nevermore."

Startled at the stillness broken by reply so aptly spoken,
"Doubtless," said I, "what it utters is its only stock and store,
Caught from some unhappy master whom unmerciful Disaster
Followed fast and followed faster till his songs one burden bore--
Till the dirges of his Hope that melancholy burden bore
Of 'Never--nevermore.'"

But the Raven still beguiling all my sad soul into smiling,
Straight I wheeled a cushioned seat in front of bird and bust and door;
Then, upon the velvet sinking, I betook myself to linking
Fancy unto fancy, thinking what this ominous bird of yore--
What this grim, ungainly, ghastly, gaunt, and ominous bird of yore
Meant in croaking "Nevermore."

This I sat engaged in guessing, but no syllable expressing
To the fowl whose fiery eyes now burned into my bosom's core;
This and more I sat divining, with my head at ease reclining
On the cushion's velvet lining that the lamp-light gloated o'er,
But whose velvet violet lining with the lamp-light gloating o'er
She shall press, ah, nevermore!

Then, methought, the air grew denser, perfumed from an unseen censer
Swung by Seraphim whose foot-falls tinkled on the tufted floor.
"Wretch," I cried, "thy God hath lent thee--by these angels he hath sent thee
Respite--respite and nepenthe from thy memories of Lenore!
Quaff, oh quaff this kind nepenthe and forget this lost Lenore!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

"Prophet!" said I, "thing of evil!--prophet still, if bird or devil!--
Whether Tempter sent, or whether tempest tossed thee here ashore,
Desolate, yet all undaunted, on this desert land enchanted--
On this home by Horror haunted--tell me truly, I implore--
Is there--is there balm in Gilead?--tell me--tell me, I implore!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

"Prophet!" said I, "thing of evil!--prophet still, if bird or devil!
By that Heaven that bends above us--by that God we both adore--
Tell this soul with sorrow laden if, within the distant Aidenn,
It shall clasp a sainted maiden whom the angels name Lenore--
Clasp a rare and radiant maiden whom the angels name Lenore."
Quoth the Raven, "Nevermore."

"Be that our sign of parting, bird or fiend!" I shrieked, upstarting--
"Get thee back into the tempest and the Night's Plutonian shore!
Leave no black plume as a token of that lie thy soul has spoken!
Leave my loneliness unbroken!--quit the bust above my door!
Take thy beak from out my heart, and take thy form from off my door!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

And the Raven, never flitting, still is sitting, still is sitting
On the pallid bust of Pallas just above my chamber door;
And his eyes have all the seeming of a demon's that is dreaming
And the lamp-light o'er him streaming throws his shadows on the floor;
And my soul from out that shadow that lies floating on the floor
Shall be lifted--nevermore!

6 Aralık 2006 Çarşamba

Deli Ozanlar Derneği - Alex Beam

Dergibi Dosya

Massachusetts'deki McLean Hastanesi uzun yıllar Amerika'nın en edebi akıl hastanesi ünvanını taşıdı. Sylvia Plath, Robert Lowell ve Anner Sexton bunun yakın tanıklarıydılar.

Grafik: A. Ömer Akbulut Boston dışında yer alan McLean Hastanesi ülkenin en eski akıl hastanesi değil; bu onur Philedephia'daki Pennsylvania Hastanesine ait. Ayrıca, ülkenin en iyi hastanesi de sayılmaz. Pek çok uzman, Kansas'taki Menninger Kliniğini bu bağlamda daha üst sıralara yerleştirecektir. Fakat, psikiyatrik tedavinin keşfinden önce Belmont'ta yaklaşık 100 hektarlık göz alıcı bir araziye kurulu olan McLean, ülkenin muhtemelen en aristokrat, ve şüphesiz en edebi akıl hastanesiydi. Ralph Waldo Emerson bir mektubunda erkek kardeşlerinin tedavi ücretlerinin yüksekliğinden yakınmaktaydı. 19. yüzyılın sonlarına doğru Henry Adams'ın sivri dilli karısı Clover, babasına “McLean'ın her iyi ve sağduyulu Boston'lının hedefi olduğunu” ifade etmekteydi. Clover'in Harward Üniversitesi mali işler sorumlusu olan erkek kardeşi de burada son nefesini verdi. Ünlü tarihçiler, hatta McLean'ın önceki müdürü, Amerikan psikolojisinin babası sayılan William James'in burada hasta olarak kaldığı konusunda ısrar etmektedir. Yine McLean'da ölen Frederick Law Olmsted hastane kampüsü için araziyi seçen kişiydi.

Modern çağda McLean, tüm diğer özellikleri bir yana, daha popüler ve daha edebi bir kimliğe büründü. Susanne Kaysen'ın “Girl, Interrupted” adlı otobiyografik eserinden uyarlanıp olağanüstü başarı gösteren film ile doruğa ulaşan McLean modası, aslında, McLean müdürü Franklin Wood'un intihar depresyonu geçiren Smith Koleji öğrencilerinden Sylvia Plath'ı hastaneye kabul ettiği 1953 yılına kadar uzanır. Plath, tedavisinden altı yıl sonra, 27 yaşındayken McLean'da kaldığı günleri paraya tahvil edebileceğini farketti. Cosmpolitan dergisine akıl sağlığı ile ilgili yazdığı iki makaleden sonra günlüğünde “intihar eden bir kolej öğrencisi ile ilgili birşeyler de yazmalıyım...bir hikaye, hatta bir roman.....Akıl sağlığı konusunda günden güne büyüyen bir pazar var. Bunu yeniden tanımlamamam içim aptal olmam lazım” notunu düşmüştü. Plath'ın romanı “The Bell Jar” ortaya çıktığında, J.D. Salinger'in The Cathcher in the Rye adlı genç erkekler tarafından kapışılan eseri gibi, genç kızlar için okunması zorunlu bir kitap haline geldi. Amerikan gençleri Belsize (Belknap) ve Wymark (Wyman) binalarının kurgusal koridorlarında dolaşarak McLean hastanesini ilk elden tanımış oluyorlardı.

Plath, McLean'da yaşadıklarını kullanan üç önemli Amerikan şairinden biriydi. Bu üçlüden McLean hastanesine ilk yatan olmasına rağmen, bunun hakkında yazan ilk kişi değildi. Bu ayrıcalık McLean hastanesinin Bowditch binasında 1958 yılındaki kalışıyla ilgili “Waking in the Blue” başlıklı nefis şiiri yazan Robert Lowell'a aittir. Bu şiirin bir kopyası, 1980'li yılların sonuna kadar Bowditch'de hemşirelere ait bölümün duvarında yazılıydı. Plath ve hem arkadaşı hem de rakibi olan Anne Sexton, Lowell'ın 1959 yılında Boston Üniversitesinde verdiği şiir seminerlerine katıldılar. Her ikisi de kısa sürede Lowell'in yapmak istediği şeyi anladılar. Klasik şiir formatına uygun olsa da Lowell ilginç bir Amerikan tarzıyla yazıyordu ve hayatı olduğu gibi yansıtıyordu. Bunu etkisiz karakterli babası hakkında yazdığı tavizsiz portrede (Baba'nın ölümü ani ve sessiz oldu”) ya da, kendi deyimiyle “sandık”ta geçirdiği aylardan sonra eşine ve kızına dönüşünü iç parçalayıcı bir şekilde anlattığı (“Hiçbir rütbem ya da mevkim yok/İyileşmişim, süklüm-püklüm, çürük ve önemsizim”) ifadelerinde değişik şekillerde görmek mümkündür. Plath, McLean'a Lowell'dan beş yıl önce yatmıştı, ama deliliğin ona ne öğrettiğini anlamasına yardım eden Lowell'dı. Sexton da intihar depresyonunu yaşamış ve bunun hakkında nasıl yazacağını öğrenmişti.

McLean'daki misafirlikleri bu üç şaire sadece bir dinlenme değil aynı zamanda zengin bir materyal de sağlamıştı. Delilik, yazılarında sık sık ortaya çıkıyor, bazen bir alamet-i farika haline geliyordu. Sexton'un biyografisti Diane Middlebrook, bu ayrıcalığını McLean'ın “Boston'un deli sanatçılarının seçtiği hastane olarak garip bir çekiciliğe sahip olduğunu” yazdığında kazanmıştı.

Plath'ın McLean'da kalışının hikayesi edebiyat dünyasına sadece The Bell Jar ile değil, pek çok biyografi ve anı yazarının eserleriyle de girdi. Ortak hikaye şu şekilde gelişmektedir: Wellesly, Massachusetts'de yerleşik, geleneksel fakat mutsuz bir aileden gelen duygusal, zeki ve çalışkan bir genç kadın olan Plath, Smith Kolejinde okurken hafif şiddetli depresyonlar geçirir. Gelişme çağındaki her entellektüel gibi Freud'un etkisiyle, yaşadıklarını “penis kıskançlığına” bağlar ve bir çeşit şizofreni geçirdiğini düşünür. Ulusal bir yarışmayı kazanmış ve Mademoiselle adlı bir dergide yazıyor olmasına rağmen Harvard'da edebiyat üzerine bir yaz kursuna kabul edilmemesi nedeniyle kariyerinde bir kırılma yaşar. Ağustos'u evine kapalı ve enerjisi bitmiş bir şekilde geçirirken intiharı düşünmeye başlar. Yarı-ciddi bir kendini boğma girişiminden sonra ailesine ait evin altında boş bir yere gizlenir ve çok sayıda uyku ilacı alarak intihar eder. Ölümün kıyısından döner. Boston gazetelerine “WELLESLEY'DE GÜZEL BİR SMITH ÖĞRENCİSİ KAYIP” ve “BAŞARILI SMITH ÖĞRENCİSİ WELLESLEY'DEKİ EVİNDEN KAYBOLDU” gibi başlıklarla haber olur. Ailesi ve doktorları bunun basit bir intihar girişimi olmadığına karar verip McLean'a gönderirler.

Plath, hırsı ve yeteneğiyle her zaman en zeki beyinlerle bir arada olmayı bilmiştir. Smith'de olduğu gibi McLean'da da, benzer bir psikolojik çöküntüyü yaklaşık çeyrek asır önce yaşamış olan romancı Olive Higgins Prouty tarafından desteklenen bir “burslu”dur. Plath'ın her gün görüştüğü psikiyatr Ruth Tiffany Barnhouse'dır ki, doktorların genellikle erkek olduğu McLean'da bu bir istisnadır. Freudçular buna “aktarım” diyebilirler, her ne ise, Plath doktoruna aşık olur. The Bell Jar'da Mademoiselle tecrübesine dayanarak, kitabında “Dr. Nolan” olarak isimlendirdiği Barhouse'ı şöyle tasvir eder: “Beyaz bir bluz ve belinde deri bir kemerle tutturulmuş uzun bir etek giyer, şık hilal şeklinde gözlük takardı. Bu kadın Mryna Loy ve annem arasında bir geçişti.” Hastaneden çıktıktan yıllar sonra bile Plath, Barnhouse ile görüşmeye devam ediyordu. 1959 yılında günlüğüne “RB benim annem olmuştu” yazmıştı. Otuz yıl kadar sonra röportaj yaptığımda Barnhouse'da Plath'ı etkileyen şeyin ne olduğunu kolaylıkla keşfettim. Nat Sherman sigaralarından çekmeye ara verip benimle röportaj için geldiği Nantucket'ın ana caddesinde “Sağlıklı Başlangıçlar” mönüsü sunan Arno's adlı bir kafede “İlke olarak tanıtımında 'sağlıklı' kelimesi geçen hiçbir gıdayı yemiyorum” dedi ve ekledi “Tereyağını margarinle değiştirdikleri gün dünya cehenneme doğru gitmeye başladı.”

Plath, McLean'daki hayatı açıkça tasvir ederken kendi terapilerine pek nadir değinmiştir. Aslında bahsedecek pek birşey de yoktur. Plath ilk geldiğinde Barnhouse ona insülin-şoku tedavisi uygular. Bu tedavi, hastanın ilgisizliğine bir çözüm getiremediği gibi yüzünün şişmesine ve morarmasına dolayısıyla doğal güzelliğinin bozulmasına ve özgüven bunalımının derinleşmesine neden olur. McLean'daki pek çok hastaya uygulandığı gibi Plath'a da Thorazine adlı bir ilaç verilmiş, bu onun boş ve etkisiz davranışlarına olumsuz katkı yapmaktan öte bir işe yaramamıştı. Hastaneye gelişen aylar sonra bile terapisi sonuç vermiyordu. Barnhouse bana “Ona önce bazı şeyleri çizmesini söylüyor, daha sonra da bana anlatmasını sağlıyordum. Bu da bir gelişmeydi” dedi. “Fakat aylardır hastanedeydi ve faturaları Prouty ödüyordu. Bu böyle devam edip duruyordu. Plath, tamamen depresyona girmişti ve iyileşmiyordu.”

Olive Prouty, Plath'ı düzenli olarak ziyaret ediyordu, ve McLean'daki tedaviyle ilgili sabırsızlanmaya başlamıştı. Kasım ayında Franklin Wood'a bir mektup yazarak tedavi (Prouty, bunun aslında tedavi etmeme olduğunu düşünüyordu) ücretini ödemeyi durduracağı tehdidinde bulundu. Kendisi Connecticut'taki Silver Hastanesinde tedavi görmüştü. Bu hastanede McLean'daki “kendi haline bırak” yaklaşımının tersine depresyonlu hastaları faal hale geçirmeye yönelik özel uygulamalar vardı. Prouty, Wood'a “Sylvia'yı çoğunlukla koridorlarda kayıtsızca gezinirken buluyorum. Ben gittikten sonra da aynı şeyi yapmaya devam edecek çünkü uğraşacağı bir şey yok” şikayetinde bulundu.

Plath'ın misafirliği sona doğru ilerliyordu. Barnhouse bir kumar oynayıp elektroşok tedavisi uygulamaya karar verdi. Düşünce korkutucuydu – özellikle de McLean'a gelmeden önce isteği dışında acı verici şok tedavilerine maruz kalan Plath için. Tedaviden önce anestezi uygulanmıyor, sonrasında boş bir rehabilitasyon odasında travmasıyla kendi kendine başetmesi için yalnız bırakılıyordu. Prouty, Plath'ın doktorlarından birine yazdığı bir mektupta “tedavinin muhtemel sonuçlarından yeterince korunmuyor...öyle kötü bir biçimde uygulanıyor ki hasta detayları dehşet içinde hatırlıyor” diyordu. Prouty olaya burnunu sokuyordu, ama bilgisizce değil. Beceriksizce uygulanmış elektroşok tedavisinin Plath'ı intihara sürükleyeceği düşüncesindeydi. Buna karşın, Barnhouse terapi süresince Plath ile birlikte kalacağı ve bu defa sonuçların farklı olacağı sözünü verdi.

Öyle de oldu. Plath, Aralıkta üç elektroşok tedavisinden birincisine maruz kaldı. Kişiliğini ve itidalini o kadar hızlı kazandı ki, o yıl Noel'i evinde geçirdi. Ocak sonunda hastaneden resmen taburcu edildi ve Şubat ayında Smith'e geri döndü. Beş yıl sonra günlüğünde “Neden inanılmaz derecede kısa süreli üç şok tedavisinden sonra roket hızıyla iyileştim? Neden kendimi cezalandırmak için cezalandırılmam gerektiğini düşünüyordum” diye soruyordu. Ne o, ne de Barnhouse bu mucizevi dönüşe tam bir açıklama getiremiyordu. Barnhouse, Nantucket'de “İnsan aklı çok karmaşıktır. Bu çok bilinen bir şey gibi görünür, ama insanlar çoğunlukla unuturlar. Şuraya birazcık Prozac, buraya birazcık bilmem ne, sonuçları şu, şu olacak. Bu aptalca” diyordu.

McLean'ın da aralarında bulunduğu pek çok akıl hastanesi aklen bloke olmuş hastalara hala“elektrokonvulsif terapi” adı verilen daha az travmatik bir şok tedavisi uygulamaya devam ediyorlar. İşe yaradığında da tam bir açıklama getiremiyorlar.

1958 yılında McLean'a kayıt yaptırdığında Lowell, tüketim maddeleri için söylendiği şekliyle “ikinci el” haline gelmişti. 41 yaşındaki Pulitzer ödülü sahibi ve saygın bir Amerikalı şair olan Lowell daha önce kontrol dışı manik ataklar yaşamış ve tedavi görmüştü. Çevresindekilerin şaşkın bakışları arasında birden kabardığı, öfke ve hayal karışımı tepkiler verdiği olmuştu. En yakın arkadaşlarına en ağır hakaretlerde bulunduğu, veya uçaktaki hostese aşık olduğunu ilan edip onunla yeni bir hayata başlamak için aşağı inmemekte ısrar ettiği görülmüştü. Bir defasında, Adolf Hitleri öven anlamsız bir konferans vermişti. Demek ki, bazı klişeler doğru; akıl hastanelerinde kendini Napolyon ya da İsa sanan insanlar var, Lobert Lowell de zaman zaman bunlardan biri oluveriyordu.

Kendi deyimiyle “mayıs çiçeği kaçıkları” arasındaki yaşamını çarpıcı bir şekilde tasvir ettiği Waking in the Blue başlıklı muhteşem şiir bile onun McLean'ın baş şairi olduğunu göstermeye yeter.

....(Burası “akıl hastalarının” evi)
Şakacı mizacım ne işe yarıyor?
Stanley'de sırıtıyorum, altmışlarında
bir zamanların Harvard'lı tam Amerikanı,
(sanki bu mümkünmüş gibi)
Banyo teknesinde ıslanırken,
hala yirmisinde bir delikanlıyı istifler
–Viktoryan tesisatın, contadan adaleli
borusundan hayal meyal akan su–
Bütün gün ve gece giyilen
Kan kırmızı bir golf şapkasının
altındaki devasa granit siluet;
O sadece kendi cismini düşünür,
şerbet ve zencefil birasıyla incelmiş,
kelimelere contadan daha uzak

Bowditch'de günün bitişi böyledir
gece ışıklarında ortaya çıkar “Bobbie”
Porcellian '29, 16. Lui taklidi, peruksuz,
ve kaşalot niyetine reçelli çörek
doğum günü giysileri içinde kabadayılanır,
sandalyelere biner at gibi.
Kemikleştirir gençliği bu zafersi gösteriler

Waking, Lowell hayranlarının şairin en iyi kitabı olarak tanımladığı Life Studies (1959) isimli kitabında çıkar. Life Studies şairin yakın ve uzak akrabalarını kıyasıya eleştirmekten çekinmediği ağırlıklı olarak otobiyografik bir eserdir. Şairin kuzenlerinden Sarah Payne Stuart yakın zamanda ailenin bu şiirlere gösterdiği sert tepkinin Lowell'in yaşadığı ve McLean'a yatmasına neden olan psikolojik çöküntüyü tetiklemiş olabileceğini söylemiştir. Kitabın basımdan önceki bir kopyasını okuyan teyzesi Sarah Cottin “Bobby'nin Charlotte ve Bob (şairin ebeveynleri) hakkında yazdıklarını okudum, sadece korkunç diyebiliyorum” tepkisini vermiştir. Beacon Hill'deki evinden kalkarak yakındaki Lowell'in evine gitmiş ve yeğenine nasihatta bulunmuştur. (Bu teyze, bir zaman önce yatında otururken “Bobby, neden deniz hakkında yazmıyor, baksanıza ne kadar güzel” diye serzenişte bulunan kişidir.) Lowell, teyzesinin tepkisini yumuşak bir şekilde “Beğenmediğine üzüldüm, halbuki bayağı iyi olduklarını düşünüyordum” diye cevaplamıştır. Bu olaydan birkaç hafta sonra Life Studies resmen baskıya girmiş, Lowell ise McLean'in yolunu tutmuştur.

Boston'un zengin ailelerinden gelen Lowell, kimin neden McLean'da bulunduğunu içgüdüsel olarak tahmin edebiliyordu. “Halis psikolojik vakalar” içinde yetişmişti. Boston züppeliğinin hiçbir ayrıntısı onun gözünden kaçmazdı – kaçmazdı çünkü o Charles ve Merrimack nehri boyunca sıralanan tekstil fabrikaları ile zenginleşen geniş omuzlu Lowell'lardan değil ağır başlı ve sanatçı ruhlu Lowell'lardandı. McLean'ın yönetim kurulu üyelerinden bankacı Ralph Lowell da gerçek bir Lowell idi. Robert ve ailesi, her ne kadar rahat bir hayat yaşamış olsa da zayıf ilişkilere sahipti. Babası III. Robert Traill Spence Lowell orta dereceli bir donanma subayı idi. Karısının ailesi Winslow'lar atalarının Mayısçiçeği'ne dayandığını gururla söylüyorlardı. McLean binalarına isim olmuş Wyman, Appleton, Higginson, Bowditch gibi saygıdeğer şahsiyetler aile dostları idi. Robert, benzerleri gibi St. Marks Koleji ve Harvard'da okumuştu. Lowell, hastaneyi açık bir kitap gibi okudu. Bu defa kitap, John Marquand, Harvard Fakulte Yönetimi ve sosyal güvenlik kaydından oluşan bir çeşit salata idi. Şair arkadaşı Elizabeth Bishop'a şöyle yazdı.

McLean'da muhtemelen 1860'lardan beri kimsenin girmediği ilginç bir evde yaşıyorum. Birden durum karmaşık bir hal alıyor. Kendimi vefat etmiş bir sultanın haremine girmiş gibi hissediyorum. Çok yaşlı kadınlara uygun, şaşırtıcı bir şekilde müşfik ve titiz bir muamele görüyoruz . 08:30'da çikolatalı süt, yemeklerden sonra uyku, randevu saatinin her 10 dakikada bir nazikçe hatırlatılması, ve sesi sağır edercesine sonuna kadar açılmış bir televizyon gibi bağıran yaşlı bir kadın. Öte yandan, bir traş aynası bulmak üç gün sürüyor. Yanımdaki adam Harward'da hukuk profesörü. Bir gün, mutlu bir şekilde, Holmes ve Brandeis'in felsefelerini inceleyen ve Franfurter'i esprili bir şekilde hatırlatan Trollope romanlarının taslaklarını veriyor. Sabah erkenden, güvercinlerin ötüşünü duyuyorum. Dikkatlice dinleyince: “Ah Dehşet. DEHŞET.” Diğer bir adam, üç direkli gemilerin birebir mikroskobik modellerini yapıyor.

Her iki adam, ve ben de, geveze Bayan Churchill'in bazen devlet adamlarına bazen romancılara ilişkin benzetmelerinden mustaribiz. “Thomas Arnold Lowell senin neyin oluyor?” James Russel Lowell demek istediğini tahmin ediyorum. Cahilce bir yanlışlık, hiçbir zaman açıklama yapamadım. Şöminenin üzerindeki bir pervazı göstererek “İşte bu Cameron Forbes, Japonya Büyükelçisi” diyebilir, veya yemek sohbetine “Rodos Adası kızılları...” diyerek başlayabilir.

Bazen boğazında yerinden fırlamış bir sutyen gibi duran beyaz bir kağıt peçete ile hareketli danslar yapar, ve Kraliçe Viktorya'ya sunulmak hakkında konuşur. Öyle işte.

Lowell, McLean'ı sekiz sene zarfında dört kez ziyaret etti. Dönüş adresi 115 Mill Caddesi, Belmont, Massachusetts olan bir sürü mektup bıraktı. Muhtemelen Jackie Kennedy ile mektuplaşan tek mahkumdu. Bayan Kennedy ona gönderdiği kitap için teşekkür etmiş ve tatillerde hastaneden çıkabildiği için tebrik etmişti. Lowell, psikolojik sorunlarla mücadele eden diğer bir şair olan Theodore Roethke ile de yazışmıştı. Ona “kendimi sana çok yakın hissediyorum” diye yazmıştı. Ayrıca, bir mektup ta Washington D.C.'de St. Elizabeth Hastanesinde tedavi göre Ezra Pound'a yolladı. Pound'a “Benim gibi sık sık kaçıran birinin aday olup, kazanabileceğini düşünebiliyor musun” diye soruyordu.

Aklımda kendi South End, Back Bay, Boston bölgemden veya oğlunuzun Roxbury bölgesinden eyalet senatör adaylığı var. Mevcut senatör pek göze batmayan bir Cumhuriyetçi. Rakibi de standart seçim kaybeden bir demokrat tipi. Demokrat olarak gireceğim. Zorlu ön seçimlerden çıkabilirsem Cumhuriyetçi oyları toplarım. Ve sonra da 10.000 dolarlık masrafa rağmen Boston Hükümet Binasındaki yıllık 5.000 dolarlık küçük gelirle yaşanacak yeni yıllar. Tavsiyen nedir?

Bir cevap aldığına dair işaret yok.

Anne Sexton yıllar boyunca ilginç bir amaca sahipti: McLean'a kabul edilmek. “Keşke McLean'a bir burs alabilsem” diye fısıldar uzun süreli dostu Lois Ames'a. Bundan sanki Amerikan Sanat ve Bilim Akademisine kabul edilmekmiş gibi bahsetmektedir. Gerçi McLean'a kabul edilmeyi elbette hakediyordu: 30 yaşına kadar iki intihar teşebbüsü ve Glenside ve Westwood Lodge senatoryumlarında uzun süreli kalışlar. İlk şiir koleksiyonu olan To Bedham and Part Way Back'de (1960) deliliği hakkında yazar. Deliliğini bir eğlence aracı yapar, arkadaşlarını ve ailesini gidip gelen ruhsal durumu ile manipüle etmekten çekinmez. McLean'da uzun süreli tedavinin masrafından endişe eden terapisti Martin Orne, Sexton'u kabul etmek istemez. 40 yaşına geldiğinde Sexton, bir Pultizer Ödülü kazanmış ve ulusal dergilerde yazmaya başlamıştır. Ama hiçbir zaman McLean'a bilet bulamamıştır.

Neden McLean? Plath ve Lowell yüzünden. Arkadaşı Ames yakın zaman önce bana “Her ikimiz de Slyvia Plath ve Robert Lowell'in orada kaldığını biliyorduk, o da bu kervana katılmak istiyordu. Aynen ailesinin fertlerinin yattığı Mount Auburn kabristanına gömülmek istemesi gibi” diyerek açıkladı durumu. Sexton hemen hemen her konuda Plath ile sert bir rekabet içindeydi. Her ikisi de Boston'un gelişmiş batı kesiminde yetişmişti. Her ikisi de ağzı iyi laf yapan, güzel ve çekici kimseler idi. Her ikisi de kendini büyük şiire adamıştı – büyük dergilerde (The New Yorker, The Atlantic) ve büyük yayınevlerinde (Knopf, Houghton Mifflin) yayınlamak üzere. Ve büyük ödüllere yönelmişlerdi (Pulitzer Ödülü, Yale Genç Şairler Ödülü). Her ikisi de ruhen istikrarsız olduklarını biliyordu ve psikolojik yıkımın bir şekilde iyi şiir ürettiğini anlamışlardı. Her ikisi, doğru bir şekilde, kendilerini potansiyel intiharcılar olarak görüyorlardı. Lowell'in Ritz Carlton Oteli'nde verdiği seminerlerden sonra verilen martini kokteyllerinde, sarhoş kafayla kendilerini öldürmeyi bile tartışmışlardı. Sexton, Plath için şöyle demiştir: “İlk intihar denemesinin öyküsünü gayet hoş ve sevimli detaylarla anlattı.” Bu konuşma hayali değildi. İntihar hakkında konuşurken, Plath ve Sexton, neden veya ne zamanı değil nasılı planlıyorlardı. Sexton bir şiir yayınlayarak Plath'ın kendi ölümcül yarışlarında kendisini geride bırakmasına sitem eder: “Hırsız! / nasıl yürürsün / nasıl! yalnız başına / çok uzun süredir hasretle istediğim ölüme.”

Lowell'la etkileşimi de Sexton'un düşünce yapısında derin izler bıraktı. Sınıfındaki bir öğrenci olarak, 1959 yılı güzünde Lowell'ın birden yok oluşunun McLean'da sonlandığını farketmişti. İlk tanınan şiirlerinden biri hantal Lowell'ı tasvir eder: “büyük bir kurbağa parçası gibi.” Ama “senin yeteneğine hayranım, çok zarif bir şekilde delisin” diye de ekler.

Sexton, 1968 yılında McLean'ın kütüphanecisi Margaret Ball'dan hastanede şiir semineri vermek üzere bir davet alır.

Sevgili Bayan Sexton,
Birkaç aydır yazmaya yönelik küçük bir hasta grubunun başındayım. Bazıları oldukça yetenekli; bazı şiirleri özellikle muhteşem.

Sizin bir aralar psikiyatrik hastaların yazdıklarıyla ilgilendiğinizi duydum. Bunu bana söyleyen kişi sizin büyük bir hayranınız, sizi bu grubu yönetmek için davet etmemi de o tavsiye etti. Onun bu tavsiyesine, sizin yöneteceğiniz konferans ve atölye çalışmaları fikrini de eklemek istedim...

Ball haklıydı. Sexton, psikiyatri hastalarının yazdıklarına ilgi duyuyordu. Dahası, bir şiir olarak tarzını belirlemesinde yaşadığı psikotik yıkımların büyük etkisi olduğunu düşünüyordu. Diane Middlebrook'a göre Sexton, bir şair olarak ortaya çıkış efsanesini yaşadığı psikolojik yıkımlara bağlıyordu: umutsuzluk batağından “yeniden doğuş.” “Şairler taifesine ait olduğumu keşfettim” diyen Sexton, Orne'nin de yardımıyla şiir yazmaya başlar. Orne, Sexton'a, kendisinin McLean'daki öğrencilerini sınırsızca cesaretlendirmesi gibi cömertçe yaklaşır. Sexton, “Şiirlerimin harika olduğunu söylüyordu” diye hatırlar Orne'yi. “Yazmaya devam ediyordum, çünkü o onaylıyordu.” Middlebrook'a göre Sexton'un hayatını kurtaran şiir oldu.

Daha önce ders vermediği için kendi yeteneklerinin farkında olmayan ve bir oda dolusu duygusal açıdan sorunlu insana hitap etme noktasında endişeli olan Sexton, tecrübeli bir sosyal görevli olan Ames'i kendine eşlik etmesi için ikna eder. Seminerler her Salı akşamı hastane kütüphanesinde verilmektedir. Sexton genelde seminer katılımcılarına Diane Wakoski, Frederick Seidel, Robert Bagg ve Aliki Barnstone gibi çağdaş şairlerden birkaç şiiri konu olarak veriyordu. Seminerin akışı öğrenci-hastalardan mevcut olanların durumuna göre farklılık gösteriyordu. Sexton her bir katılımcıya bir sonraki seminer için bir veya birkaç şiir hazırlamasını söylüyor, Margaret Ball da bu şiirleri hafta içinde toplayarak Sexton'a ulaştırıyordu.

Hangi hastanın bir sonraki seminere katılacağını bilmeye olanak yoktu. Bazı hastaların hastane bahçesinde kendi başına dolaşmasına hatta kent merkezine gitmesine izin verilirken, bazılarının da intihar etme riskleri bulunduğu için yanlarına “melek” adı verilen iki kişi nezaret etmek üzere görevlendiriliyordu. Bazı hastalarının durumu günden güne hatta saatten saate değişiyordu. Mükemmel bir şiir yazan bir hasta durumu iyileşinceye kadar haftalarca ortalıkta gözükmüyordu.

Cambridge'de yaşayan Robert Perkins adında bir yazar ve belgesel film yapımcısı Talking To Angels adlı 1996 yılı anı kitabında seminerlerden birini tasvir eder.

McLean'dayken Anne Sexton şiir yazma dersi veriyordu. Şair olmaya iştahlı küçük bir grupla buluşmak üzere gelirdi. Bazı kaçık öğrenciler eğlenceli olsa da her zamanki gibi sıkıcı iki saatti. Kaçıklar şiirlerini okumak için ayağa kalkar ve şiirlerini, çoğunlukla bağırarak, okurlardı. Bir kaçıklar korosu. Sexton arasıra konuşur ama daha çok olayları kendi akışına bırakıp izlemeyi tercih ederdi. Biri şiir hakkında konuşsa veya bir şiir okusa, bu onun istediği şeydi. Ben dahil olmak üzere çoğumuz mantıklı bir şey bulup söylemek veya şiir yazmak bir yana, kafamızı bile kaldırmıyorduk.

Bryn Mawr'dan birkaç yıl önce çekilmiş Eleanor Morris isimli genç bir hastanın ise daha farklı anıları var.

Aklımda imge olarak Anne'nin kütüphanede bir şeylere, belki bir piyanoya, yaslanmış bizim de çevresinde sandalyelere yerleşmiş hali var. Bize ödevler verirdi, ayrıca bayağı cesaret gerektiren herkesin kendi şiirini okuma zorunluluğu vardı. En çok hatırladığım mavi, masmavi gözleri. Gözleri her hafta gördüğüm bir ümit kaynağı idi, bana birşeyler yapma cesaretini veriyordu.

Sexton'un seminerlerinde kaynak veya beyin gücü problemi yoktu. Perkins, Boston'un saygın ailelerinden birinden gelen, Harvard eğitimine “McLean'dan diploma almak” için bir yıl ara vermiş biriydi. Morris, Ralph Waldo Emerson ve Frederick Law Omsted'e ikinci dereceden akraba idi. Ama Sexton'un favori öğrencisi Fort Smith, Arkansas'tan Radcliffe Kolejinde bir yıl eğitim gördükten sonra psikolojik çöküntü yaşayan Eugenia Plunkett isimli bir kadındı.

Plunkett, çekici ve parlak bir lise seviyesi şairiydi ve Sexton'la tanıştığında McLean'la ilişkisi beşinci sene içindeydi. Arkansas'tan Radcliffe taşınmak ve 1950'lilerin Cambridge'i onun için çok fazlaydı. Fort Smith'li bir işadamı olan küçük kardeşi Robert “Harvard'a geçiş için yeterince hazırlıklı değildi” der onun için. “Notları önceki gibi iyiydi ama rekabet çok sertti. Daha çok sosyal hayat istiyor ama nasıl davranacağını bilmiyordu” diye de ekler.

Ball'a Sexton'u McLean'a davet etme önerisini götüren Plunkett olabilir. Utangaçlıktan çok çekmiş olsa da seminer başlamadan önce bazı şiirlerini Sexton'a göndermiş ve çok büyük bir hayranı olduğunu vurgulamıştır. Bir keresinde Sexton'un kızı Linda'nın onbirinci doğum günü için yazdığı “Küçük Kız, Çalı Fasulyem, Sevgili Kadınım” başlıklı şiirine atfen “Ben sizin çalı fasulyenizim” demiştir.

İki kadın dersler arasında da görüşmeye devam ettiler. Sexton'la diğer hastalar hakkında dedikodu yaptılar. Plunkett, psikiyatrını boşanıp başka biriyle tekrar evlendiği ve onunla ilişki kurmaktan kaçındığı için bıraktığını söylediğinde, benzer ruh hallerine aşina olan Sexton bunu anladığını belirtir şekilde tepki vermiştir.

Durumu daha iyi idare edebilirdi. Reddedilmişlik duygusu yaşaman normal, ama onu görmekten vazgeçmek zorunda kalman da çok kötü. Bir şey söyleyeceğim sadece. Gördüğüm tüm psikiyatrlar deli, ama yine de onlardan çok şey öğrendim. Onunla ilgili anlattıklarına bakılırsa aslında onunla kesinlikle evlenmek istemeyeceğini söyleyebilirim, ama yine de duygularını düşündüğünden daha iyi anlıyorum.
Plunkett edebi dergilerde şiirlerini yayınlamaya başlayınca Sexton, onun başarısı için en samimi tebriklerini sundu. Plunkett'in en başarılı şiirlerinden biri Hudson Review dergisinde yayınlandı. “Encounter, Psychiatric Institute” başlıklı şiir McLean'da geçiyor.

O berbat
İsimsizlik.
Bana gülümsedi,
Yerleşip yayıldığı yerden.
Eğik gergide iki iri adam,
İtişip kakışıyor merdivende.
“Kime teşekkür etmeliyim
Benimle ilgilendiği için” der gibi o.
Bana gülümsedi. Koyu ve açık kırmızı
Renkleriydi kolunun. Aniden anladım,
Unufak eden oydu.

Dehşetli, ama zararsız gülümseme!

O isimsizlik! Tüm insanlar, acayip.
(Ani, ama berbat bir şekilde yavaş
Biliyorum), tek kelime alamaz.
Karanlık odasında, bıçak ağzı, parmak, kol,
Veya kör ruhunun hükmü. “Duy işte,”
Dedi karanlık odasına dünyanın, yalnız bir şekilde.
Hatta daha sonra, dışarıda,
Taşlardan – yıldızlardan – veya hayvanlardan –
Köpeklerden galaksiler gibi.
Tek yapabildiğimiz dikilmek ve seyretmek idi.
Ve orada, kol, çıplak. Kendi ruhu gibi, çıplak.

Kurdelalar arasından gülümsüyor – ten –
Diyor ki, “Yalnızım – ses bile yok,
Konuşuyorsun, tanımadan görerek,
Yıldızı, hayvanı ve kendi kanımı.”

Plunkett 1969 yılında Arkansas'a döndü, ama Sexton'la ilişkisi devam etti. Haziran'da tekrar kliniğe yatırıldığını bildirdi: “Endişe yok gerçi, yakında dışarıdayım zannediyorum.” O yaz aya ilk ayak basıldığı yazdı, Plunkett Sexton'a olay hakkında yazdığı bir şiirini gönderdi. Sexton, “Anlamasam da şiiri bana göndermenden memnun oldum...Uyakların çok ustaca, ama seni duyuyorum, Jeanie, şarkı söylediğini duyuyorum” şeklinde karşılık verdi.

O yıl Plunkett tek şiir kitabı olan If You Listen Quietly'yi bastı. Kitapta Sexton'a atfedilmiş bir bölüm de vardı (Fragment to Anne). Onaltı yıl sonra fiziki ve psikolojik rahatsızlıklarla geçmiş bir yetişkinlik döneminden sonra Fort Smith'de sinirsel tedavi görürken öldü. Öldüğünde 53 yaşındaydı.

1969 sonbaharında çatışan sorumluluklar Sexton'u McLean seminerlerinden alıkoymaya başladı. En son dersini Haziran'da verdi. Bazı öğrencileriyle derslerden sonra da birkaç yıl yazıştı.

Sexton'un sürekli kendini eleştiren depresif karakteri kaçınılmaz olarak seminerleri başarısız olarak kabul etti. Aralık 1973'te McLean şiirleri ve seminer notlarını bir dosyada topladı ve keçeli kalemle “Yaratıcı yazına dair ilk derslerim – 1969. Grupları idare etmedeki yetersiz bilgim, grubun sürekli değişen mahiyeti ve şairle yardımcıların birbirine karışması nedeniyle çok zordu. Daha iyi öğretmek için şairin kendini daha iyi adaması lazım.”

McLean seminerleri hakkında olumsuz düşünse de Sexton bu seminerlerle güven kazandı ve öğretmeye yönelik çabalarını hızlandırdı. McLean'daki öğrencilerinden biri Sexton'un evinde Boston bölgesindeki istekliler için kış aylarında bir atelye çalışması organize etti. Daha sonra Boston Üniversitesinden akademik görev aldı. Seminerleri Lowell'in seminerleri gibi ün kazandı.

McLean'daki öğrencileri şöhreti, kendi psikolojik sorunları ve kursa verdiği emek nedeniyle Sexton'u sevmiş görünüyordu. Sexton'a hastaların seminerler arasındaki hayatları hakkında güncel bilgiler gönderen Margaret Ball, eserlerinin kütüphaneden diğer yazarlarınkinden daha fazla çalındığını söylüyordu. “'All My Pretty Ones' (Tüm Sevdiklerim) dördüncü defa çalınmadan önce sadece bir hafta rafta kalabildi.”

Sexton'u “çok güzel ve çok heyecanlı” olarak hatırlayan Robert Perkins, “Sexton için hastaneye geri dönüp bir grup kaçıkla ilgilenmenin ne kadar zor olduğunu tahmin ediyorum. Kendisi gelmişti. Belki birimize yardım edebileceğini düşünüyordu. Belki etti de.”

Ölümüne yakın, Sexton büyük emelini gerçekleştirdi. 1973 yılında psikolojik çöküntü içindeyken McLean'da 5 gün tedavi gördü. Hasta Eşya Formu onun bu ziyaretinden kalan birkaç izden biri. 2 Ağustos'ta Sexton 9 kredi kartı (biri Hotel Algonquin'den), 220 dolar nakit ve seyahat çekleri (muhtemelen parkmatikler için 5 dolar metal para) teslim etmiş. Eşyalarını 7 Ağustos'ta geri almış.

Sexton'un eski öğrencilerinden Elanor Morris, Sexton'la beklenmedik şekilde McLean'da Kuzey Belknap'ta karşılaşmıştı. “Seminerlerden beni hatırladı, ama fazla konuşmadık. Görünümü çok kötüydü ... kalbim parçalandı.” Akıl hastalığının berbat yüzü kendini gösteriyordu: zarif, arka arkaya sigara içen, Pulitzer ödüllü Sexton eski hasta-öğrencilerinin arasındaydı. İntihardan bir yıl önce en son şiir kitabı olan The Awful Rowing Toward God (Tanrı'ya Doğru Korkunç Kürek Çekiş) çalışmasına başladı.

Morris 5 Ekim 1974'de saatli radyosuyla nasıl uyandığını hala hatırlıyor. Bir spiker şair Anne Sexton'un öldüğünü haber veriyordu. Morris “Radyo öldüğünü söylüyordu ama ben intihar ettiğini biliyordum, tüm sabahı ağlayarak geçirdim” diyor.

Morris, Sexton'un seminerler sırasında kendine verdiği 1966 tarihli Live or Die (Yaşa ya da Öl) adlı bir şiir kitabını hala saklıyor. İçine Sexton şöyle not düşmüş, “Benim yönüm yaşamak – Ellie'ye)

Eleanor Morris hala yaşıyor ve Concord, Massachusetts'de şiir yazmaya devam ediyor.

5 Aralık 2006 Salı

Yıldızlı Gece - Anne Sexton

“Bu beni dehşetli bir ihtiyaçtan alıkoymuyor – hadi söyleyeyim – dinden. Sonra gece dışarı çıkıp yıldızları resmediyorum”
-Van Gogh'un kardeşine bir mektubundan

Şehir yerinde değil,
sıcak gökyüzünde boğulan bir kadın gibi
yükselip kayan karaşın bir ağaç dışında,
Şehir sessiz, kaynıyor gece onbir yıldızla
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum

Hareket halinde. Her biri canlı
Ay bile esniyor turuncu rengiyle
sürmek için çocukları, bir tanrı gibi, gözünden
Yaşlı ve esrarlı bir yılan yıldızları yutuyor
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum:

atılıp kollarına gecenin canavarının
o büyük ejderha tarafından yutularak
hayatımdan kopmak istiyorum, izsiz işaretsiz
ne bir dans
ne bir ağlama.

The Starry Night

That does not keep me from having a terrible need of -- shall I say the word -- religion. Then I go out at night to paint the stars.
-Vincent Van Gogh in a letter to his brother

The town does not exist
except where one black-haired tree slips
up like a drowned woman into the hot sky.
The town is silent. The night boils with eleven stars.
Oh starry starry night! This is how
I want to die.

It moves. They are all alive.
Even the moon bulges in its orange irons
to push children, like a god, from its eye.
The old unseen serpent swallows up the stars.
Oh starry starry night! This is how
I want to die:

into that rushing beast of the night,
sucked up by that great dragon, to split
from my life with no flag,
no belly,
no cry.

Babanın Yatak Odası - Robert Lowell

Babanın yatak odasında
mavi dizilidir
yatak örtüsündeki yazılar kadar ince,
perdelerdeki mavi noktalar,
mavi kimono,
çin terliklerindeki mavi pelüş şeritler.
Geniş parkeli taban,
zımparalanmış gibi düzgün.
Beyaz kağıttan gölgeliğiyle
parlak camlı gece lambası
hafif yükseltilmiş
ikinci cildinin üzerinde,
Lafcadio Hearn'in
Bilinmeyen Japon'a Bakış'ının.
Gergedan postu gibi cezalı,
çarpık zeytin rengi.
İlk sayfasında:
“Anneden Robbie'ye.”
Yıllar sonra aynı elde:
“Bu kitabın kullanımı zordur
Yangtze nehri üzerinde, Çin'de.
Bırakılmıştır öylece
bir fırtınanın lumbarında”

Father's Bedroom

In my Father's bedroom:
blue threads as thin
as pen-writing on the bedspread,
blue dots on the curtains,
a blue kimono,
Chinese sandals with blue plush straps.
The broad-planked floor
had a sandpapered neatness.
The clear glass bed-lamp
with a white doily shade
was still raised a few
inches by resting on volume two
of Lafcadio Hearn's
Glimpses of unfamiliar Japan.
Its warped olive cover
was punished like a rhinoceros hide.
In the flyleaf:
'Robbie from Mother.'
Years later in the same hand:
'This book has had hard usage
On the Yangtze River, China.
It was left under an open
porthole in a storm.'

[(from Life Studies) Selected Poems]
Copyright (c) 1965 Faber and Faber

Powered by Blogger