6 Aralık 2006 Çarşamba

Deli Ozanlar Derneği - Alex Beam

Dergibi Dosya

Massachusetts'deki McLean Hastanesi uzun yıllar Amerika'nın en edebi akıl hastanesi ünvanını taşıdı. Sylvia Plath, Robert Lowell ve Anner Sexton bunun yakın tanıklarıydılar.

Grafik: A. Ömer Akbulut Boston dışında yer alan McLean Hastanesi ülkenin en eski akıl hastanesi değil; bu onur Philedephia'daki Pennsylvania Hastanesine ait. Ayrıca, ülkenin en iyi hastanesi de sayılmaz. Pek çok uzman, Kansas'taki Menninger Kliniğini bu bağlamda daha üst sıralara yerleştirecektir. Fakat, psikiyatrik tedavinin keşfinden önce Belmont'ta yaklaşık 100 hektarlık göz alıcı bir araziye kurulu olan McLean, ülkenin muhtemelen en aristokrat, ve şüphesiz en edebi akıl hastanesiydi. Ralph Waldo Emerson bir mektubunda erkek kardeşlerinin tedavi ücretlerinin yüksekliğinden yakınmaktaydı. 19. yüzyılın sonlarına doğru Henry Adams'ın sivri dilli karısı Clover, babasına “McLean'ın her iyi ve sağduyulu Boston'lının hedefi olduğunu” ifade etmekteydi. Clover'in Harward Üniversitesi mali işler sorumlusu olan erkek kardeşi de burada son nefesini verdi. Ünlü tarihçiler, hatta McLean'ın önceki müdürü, Amerikan psikolojisinin babası sayılan William James'in burada hasta olarak kaldığı konusunda ısrar etmektedir. Yine McLean'da ölen Frederick Law Olmsted hastane kampüsü için araziyi seçen kişiydi.

Modern çağda McLean, tüm diğer özellikleri bir yana, daha popüler ve daha edebi bir kimliğe büründü. Susanne Kaysen'ın “Girl, Interrupted” adlı otobiyografik eserinden uyarlanıp olağanüstü başarı gösteren film ile doruğa ulaşan McLean modası, aslında, McLean müdürü Franklin Wood'un intihar depresyonu geçiren Smith Koleji öğrencilerinden Sylvia Plath'ı hastaneye kabul ettiği 1953 yılına kadar uzanır. Plath, tedavisinden altı yıl sonra, 27 yaşındayken McLean'da kaldığı günleri paraya tahvil edebileceğini farketti. Cosmpolitan dergisine akıl sağlığı ile ilgili yazdığı iki makaleden sonra günlüğünde “intihar eden bir kolej öğrencisi ile ilgili birşeyler de yazmalıyım...bir hikaye, hatta bir roman.....Akıl sağlığı konusunda günden güne büyüyen bir pazar var. Bunu yeniden tanımlamamam içim aptal olmam lazım” notunu düşmüştü. Plath'ın romanı “The Bell Jar” ortaya çıktığında, J.D. Salinger'in The Cathcher in the Rye adlı genç erkekler tarafından kapışılan eseri gibi, genç kızlar için okunması zorunlu bir kitap haline geldi. Amerikan gençleri Belsize (Belknap) ve Wymark (Wyman) binalarının kurgusal koridorlarında dolaşarak McLean hastanesini ilk elden tanımış oluyorlardı.

Plath, McLean'da yaşadıklarını kullanan üç önemli Amerikan şairinden biriydi. Bu üçlüden McLean hastanesine ilk yatan olmasına rağmen, bunun hakkında yazan ilk kişi değildi. Bu ayrıcalık McLean hastanesinin Bowditch binasında 1958 yılındaki kalışıyla ilgili “Waking in the Blue” başlıklı nefis şiiri yazan Robert Lowell'a aittir. Bu şiirin bir kopyası, 1980'li yılların sonuna kadar Bowditch'de hemşirelere ait bölümün duvarında yazılıydı. Plath ve hem arkadaşı hem de rakibi olan Anne Sexton, Lowell'ın 1959 yılında Boston Üniversitesinde verdiği şiir seminerlerine katıldılar. Her ikisi de kısa sürede Lowell'in yapmak istediği şeyi anladılar. Klasik şiir formatına uygun olsa da Lowell ilginç bir Amerikan tarzıyla yazıyordu ve hayatı olduğu gibi yansıtıyordu. Bunu etkisiz karakterli babası hakkında yazdığı tavizsiz portrede (Baba'nın ölümü ani ve sessiz oldu”) ya da, kendi deyimiyle “sandık”ta geçirdiği aylardan sonra eşine ve kızına dönüşünü iç parçalayıcı bir şekilde anlattığı (“Hiçbir rütbem ya da mevkim yok/İyileşmişim, süklüm-püklüm, çürük ve önemsizim”) ifadelerinde değişik şekillerde görmek mümkündür. Plath, McLean'a Lowell'dan beş yıl önce yatmıştı, ama deliliğin ona ne öğrettiğini anlamasına yardım eden Lowell'dı. Sexton da intihar depresyonunu yaşamış ve bunun hakkında nasıl yazacağını öğrenmişti.

McLean'daki misafirlikleri bu üç şaire sadece bir dinlenme değil aynı zamanda zengin bir materyal de sağlamıştı. Delilik, yazılarında sık sık ortaya çıkıyor, bazen bir alamet-i farika haline geliyordu. Sexton'un biyografisti Diane Middlebrook, bu ayrıcalığını McLean'ın “Boston'un deli sanatçılarının seçtiği hastane olarak garip bir çekiciliğe sahip olduğunu” yazdığında kazanmıştı.

Plath'ın McLean'da kalışının hikayesi edebiyat dünyasına sadece The Bell Jar ile değil, pek çok biyografi ve anı yazarının eserleriyle de girdi. Ortak hikaye şu şekilde gelişmektedir: Wellesly, Massachusetts'de yerleşik, geleneksel fakat mutsuz bir aileden gelen duygusal, zeki ve çalışkan bir genç kadın olan Plath, Smith Kolejinde okurken hafif şiddetli depresyonlar geçirir. Gelişme çağındaki her entellektüel gibi Freud'un etkisiyle, yaşadıklarını “penis kıskançlığına” bağlar ve bir çeşit şizofreni geçirdiğini düşünür. Ulusal bir yarışmayı kazanmış ve Mademoiselle adlı bir dergide yazıyor olmasına rağmen Harvard'da edebiyat üzerine bir yaz kursuna kabul edilmemesi nedeniyle kariyerinde bir kırılma yaşar. Ağustos'u evine kapalı ve enerjisi bitmiş bir şekilde geçirirken intiharı düşünmeye başlar. Yarı-ciddi bir kendini boğma girişiminden sonra ailesine ait evin altında boş bir yere gizlenir ve çok sayıda uyku ilacı alarak intihar eder. Ölümün kıyısından döner. Boston gazetelerine “WELLESLEY'DE GÜZEL BİR SMITH ÖĞRENCİSİ KAYIP” ve “BAŞARILI SMITH ÖĞRENCİSİ WELLESLEY'DEKİ EVİNDEN KAYBOLDU” gibi başlıklarla haber olur. Ailesi ve doktorları bunun basit bir intihar girişimi olmadığına karar verip McLean'a gönderirler.

Plath, hırsı ve yeteneğiyle her zaman en zeki beyinlerle bir arada olmayı bilmiştir. Smith'de olduğu gibi McLean'da da, benzer bir psikolojik çöküntüyü yaklaşık çeyrek asır önce yaşamış olan romancı Olive Higgins Prouty tarafından desteklenen bir “burslu”dur. Plath'ın her gün görüştüğü psikiyatr Ruth Tiffany Barnhouse'dır ki, doktorların genellikle erkek olduğu McLean'da bu bir istisnadır. Freudçular buna “aktarım” diyebilirler, her ne ise, Plath doktoruna aşık olur. The Bell Jar'da Mademoiselle tecrübesine dayanarak, kitabında “Dr. Nolan” olarak isimlendirdiği Barhouse'ı şöyle tasvir eder: “Beyaz bir bluz ve belinde deri bir kemerle tutturulmuş uzun bir etek giyer, şık hilal şeklinde gözlük takardı. Bu kadın Mryna Loy ve annem arasında bir geçişti.” Hastaneden çıktıktan yıllar sonra bile Plath, Barnhouse ile görüşmeye devam ediyordu. 1959 yılında günlüğüne “RB benim annem olmuştu” yazmıştı. Otuz yıl kadar sonra röportaj yaptığımda Barnhouse'da Plath'ı etkileyen şeyin ne olduğunu kolaylıkla keşfettim. Nat Sherman sigaralarından çekmeye ara verip benimle röportaj için geldiği Nantucket'ın ana caddesinde “Sağlıklı Başlangıçlar” mönüsü sunan Arno's adlı bir kafede “İlke olarak tanıtımında 'sağlıklı' kelimesi geçen hiçbir gıdayı yemiyorum” dedi ve ekledi “Tereyağını margarinle değiştirdikleri gün dünya cehenneme doğru gitmeye başladı.”

Plath, McLean'daki hayatı açıkça tasvir ederken kendi terapilerine pek nadir değinmiştir. Aslında bahsedecek pek birşey de yoktur. Plath ilk geldiğinde Barnhouse ona insülin-şoku tedavisi uygular. Bu tedavi, hastanın ilgisizliğine bir çözüm getiremediği gibi yüzünün şişmesine ve morarmasına dolayısıyla doğal güzelliğinin bozulmasına ve özgüven bunalımının derinleşmesine neden olur. McLean'daki pek çok hastaya uygulandığı gibi Plath'a da Thorazine adlı bir ilaç verilmiş, bu onun boş ve etkisiz davranışlarına olumsuz katkı yapmaktan öte bir işe yaramamıştı. Hastaneye gelişen aylar sonra bile terapisi sonuç vermiyordu. Barnhouse bana “Ona önce bazı şeyleri çizmesini söylüyor, daha sonra da bana anlatmasını sağlıyordum. Bu da bir gelişmeydi” dedi. “Fakat aylardır hastanedeydi ve faturaları Prouty ödüyordu. Bu böyle devam edip duruyordu. Plath, tamamen depresyona girmişti ve iyileşmiyordu.”

Olive Prouty, Plath'ı düzenli olarak ziyaret ediyordu, ve McLean'daki tedaviyle ilgili sabırsızlanmaya başlamıştı. Kasım ayında Franklin Wood'a bir mektup yazarak tedavi (Prouty, bunun aslında tedavi etmeme olduğunu düşünüyordu) ücretini ödemeyi durduracağı tehdidinde bulundu. Kendisi Connecticut'taki Silver Hastanesinde tedavi görmüştü. Bu hastanede McLean'daki “kendi haline bırak” yaklaşımının tersine depresyonlu hastaları faal hale geçirmeye yönelik özel uygulamalar vardı. Prouty, Wood'a “Sylvia'yı çoğunlukla koridorlarda kayıtsızca gezinirken buluyorum. Ben gittikten sonra da aynı şeyi yapmaya devam edecek çünkü uğraşacağı bir şey yok” şikayetinde bulundu.

Plath'ın misafirliği sona doğru ilerliyordu. Barnhouse bir kumar oynayıp elektroşok tedavisi uygulamaya karar verdi. Düşünce korkutucuydu – özellikle de McLean'a gelmeden önce isteği dışında acı verici şok tedavilerine maruz kalan Plath için. Tedaviden önce anestezi uygulanmıyor, sonrasında boş bir rehabilitasyon odasında travmasıyla kendi kendine başetmesi için yalnız bırakılıyordu. Prouty, Plath'ın doktorlarından birine yazdığı bir mektupta “tedavinin muhtemel sonuçlarından yeterince korunmuyor...öyle kötü bir biçimde uygulanıyor ki hasta detayları dehşet içinde hatırlıyor” diyordu. Prouty olaya burnunu sokuyordu, ama bilgisizce değil. Beceriksizce uygulanmış elektroşok tedavisinin Plath'ı intihara sürükleyeceği düşüncesindeydi. Buna karşın, Barnhouse terapi süresince Plath ile birlikte kalacağı ve bu defa sonuçların farklı olacağı sözünü verdi.

Öyle de oldu. Plath, Aralıkta üç elektroşok tedavisinden birincisine maruz kaldı. Kişiliğini ve itidalini o kadar hızlı kazandı ki, o yıl Noel'i evinde geçirdi. Ocak sonunda hastaneden resmen taburcu edildi ve Şubat ayında Smith'e geri döndü. Beş yıl sonra günlüğünde “Neden inanılmaz derecede kısa süreli üç şok tedavisinden sonra roket hızıyla iyileştim? Neden kendimi cezalandırmak için cezalandırılmam gerektiğini düşünüyordum” diye soruyordu. Ne o, ne de Barnhouse bu mucizevi dönüşe tam bir açıklama getiremiyordu. Barnhouse, Nantucket'de “İnsan aklı çok karmaşıktır. Bu çok bilinen bir şey gibi görünür, ama insanlar çoğunlukla unuturlar. Şuraya birazcık Prozac, buraya birazcık bilmem ne, sonuçları şu, şu olacak. Bu aptalca” diyordu.

McLean'ın da aralarında bulunduğu pek çok akıl hastanesi aklen bloke olmuş hastalara hala“elektrokonvulsif terapi” adı verilen daha az travmatik bir şok tedavisi uygulamaya devam ediyorlar. İşe yaradığında da tam bir açıklama getiremiyorlar.

1958 yılında McLean'a kayıt yaptırdığında Lowell, tüketim maddeleri için söylendiği şekliyle “ikinci el” haline gelmişti. 41 yaşındaki Pulitzer ödülü sahibi ve saygın bir Amerikalı şair olan Lowell daha önce kontrol dışı manik ataklar yaşamış ve tedavi görmüştü. Çevresindekilerin şaşkın bakışları arasında birden kabardığı, öfke ve hayal karışımı tepkiler verdiği olmuştu. En yakın arkadaşlarına en ağır hakaretlerde bulunduğu, veya uçaktaki hostese aşık olduğunu ilan edip onunla yeni bir hayata başlamak için aşağı inmemekte ısrar ettiği görülmüştü. Bir defasında, Adolf Hitleri öven anlamsız bir konferans vermişti. Demek ki, bazı klişeler doğru; akıl hastanelerinde kendini Napolyon ya da İsa sanan insanlar var, Lobert Lowell de zaman zaman bunlardan biri oluveriyordu.

Kendi deyimiyle “mayıs çiçeği kaçıkları” arasındaki yaşamını çarpıcı bir şekilde tasvir ettiği Waking in the Blue başlıklı muhteşem şiir bile onun McLean'ın baş şairi olduğunu göstermeye yeter.

....(Burası “akıl hastalarının” evi)
Şakacı mizacım ne işe yarıyor?
Stanley'de sırıtıyorum, altmışlarında
bir zamanların Harvard'lı tam Amerikanı,
(sanki bu mümkünmüş gibi)
Banyo teknesinde ıslanırken,
hala yirmisinde bir delikanlıyı istifler
–Viktoryan tesisatın, contadan adaleli
borusundan hayal meyal akan su–
Bütün gün ve gece giyilen
Kan kırmızı bir golf şapkasının
altındaki devasa granit siluet;
O sadece kendi cismini düşünür,
şerbet ve zencefil birasıyla incelmiş,
kelimelere contadan daha uzak

Bowditch'de günün bitişi böyledir
gece ışıklarında ortaya çıkar “Bobbie”
Porcellian '29, 16. Lui taklidi, peruksuz,
ve kaşalot niyetine reçelli çörek
doğum günü giysileri içinde kabadayılanır,
sandalyelere biner at gibi.
Kemikleştirir gençliği bu zafersi gösteriler

Waking, Lowell hayranlarının şairin en iyi kitabı olarak tanımladığı Life Studies (1959) isimli kitabında çıkar. Life Studies şairin yakın ve uzak akrabalarını kıyasıya eleştirmekten çekinmediği ağırlıklı olarak otobiyografik bir eserdir. Şairin kuzenlerinden Sarah Payne Stuart yakın zamanda ailenin bu şiirlere gösterdiği sert tepkinin Lowell'in yaşadığı ve McLean'a yatmasına neden olan psikolojik çöküntüyü tetiklemiş olabileceğini söylemiştir. Kitabın basımdan önceki bir kopyasını okuyan teyzesi Sarah Cottin “Bobby'nin Charlotte ve Bob (şairin ebeveynleri) hakkında yazdıklarını okudum, sadece korkunç diyebiliyorum” tepkisini vermiştir. Beacon Hill'deki evinden kalkarak yakındaki Lowell'in evine gitmiş ve yeğenine nasihatta bulunmuştur. (Bu teyze, bir zaman önce yatında otururken “Bobby, neden deniz hakkında yazmıyor, baksanıza ne kadar güzel” diye serzenişte bulunan kişidir.) Lowell, teyzesinin tepkisini yumuşak bir şekilde “Beğenmediğine üzüldüm, halbuki bayağı iyi olduklarını düşünüyordum” diye cevaplamıştır. Bu olaydan birkaç hafta sonra Life Studies resmen baskıya girmiş, Lowell ise McLean'in yolunu tutmuştur.

Boston'un zengin ailelerinden gelen Lowell, kimin neden McLean'da bulunduğunu içgüdüsel olarak tahmin edebiliyordu. “Halis psikolojik vakalar” içinde yetişmişti. Boston züppeliğinin hiçbir ayrıntısı onun gözünden kaçmazdı – kaçmazdı çünkü o Charles ve Merrimack nehri boyunca sıralanan tekstil fabrikaları ile zenginleşen geniş omuzlu Lowell'lardan değil ağır başlı ve sanatçı ruhlu Lowell'lardandı. McLean'ın yönetim kurulu üyelerinden bankacı Ralph Lowell da gerçek bir Lowell idi. Robert ve ailesi, her ne kadar rahat bir hayat yaşamış olsa da zayıf ilişkilere sahipti. Babası III. Robert Traill Spence Lowell orta dereceli bir donanma subayı idi. Karısının ailesi Winslow'lar atalarının Mayısçiçeği'ne dayandığını gururla söylüyorlardı. McLean binalarına isim olmuş Wyman, Appleton, Higginson, Bowditch gibi saygıdeğer şahsiyetler aile dostları idi. Robert, benzerleri gibi St. Marks Koleji ve Harvard'da okumuştu. Lowell, hastaneyi açık bir kitap gibi okudu. Bu defa kitap, John Marquand, Harvard Fakulte Yönetimi ve sosyal güvenlik kaydından oluşan bir çeşit salata idi. Şair arkadaşı Elizabeth Bishop'a şöyle yazdı.

McLean'da muhtemelen 1860'lardan beri kimsenin girmediği ilginç bir evde yaşıyorum. Birden durum karmaşık bir hal alıyor. Kendimi vefat etmiş bir sultanın haremine girmiş gibi hissediyorum. Çok yaşlı kadınlara uygun, şaşırtıcı bir şekilde müşfik ve titiz bir muamele görüyoruz . 08:30'da çikolatalı süt, yemeklerden sonra uyku, randevu saatinin her 10 dakikada bir nazikçe hatırlatılması, ve sesi sağır edercesine sonuna kadar açılmış bir televizyon gibi bağıran yaşlı bir kadın. Öte yandan, bir traş aynası bulmak üç gün sürüyor. Yanımdaki adam Harward'da hukuk profesörü. Bir gün, mutlu bir şekilde, Holmes ve Brandeis'in felsefelerini inceleyen ve Franfurter'i esprili bir şekilde hatırlatan Trollope romanlarının taslaklarını veriyor. Sabah erkenden, güvercinlerin ötüşünü duyuyorum. Dikkatlice dinleyince: “Ah Dehşet. DEHŞET.” Diğer bir adam, üç direkli gemilerin birebir mikroskobik modellerini yapıyor.

Her iki adam, ve ben de, geveze Bayan Churchill'in bazen devlet adamlarına bazen romancılara ilişkin benzetmelerinden mustaribiz. “Thomas Arnold Lowell senin neyin oluyor?” James Russel Lowell demek istediğini tahmin ediyorum. Cahilce bir yanlışlık, hiçbir zaman açıklama yapamadım. Şöminenin üzerindeki bir pervazı göstererek “İşte bu Cameron Forbes, Japonya Büyükelçisi” diyebilir, veya yemek sohbetine “Rodos Adası kızılları...” diyerek başlayabilir.

Bazen boğazında yerinden fırlamış bir sutyen gibi duran beyaz bir kağıt peçete ile hareketli danslar yapar, ve Kraliçe Viktorya'ya sunulmak hakkında konuşur. Öyle işte.

Lowell, McLean'ı sekiz sene zarfında dört kez ziyaret etti. Dönüş adresi 115 Mill Caddesi, Belmont, Massachusetts olan bir sürü mektup bıraktı. Muhtemelen Jackie Kennedy ile mektuplaşan tek mahkumdu. Bayan Kennedy ona gönderdiği kitap için teşekkür etmiş ve tatillerde hastaneden çıkabildiği için tebrik etmişti. Lowell, psikolojik sorunlarla mücadele eden diğer bir şair olan Theodore Roethke ile de yazışmıştı. Ona “kendimi sana çok yakın hissediyorum” diye yazmıştı. Ayrıca, bir mektup ta Washington D.C.'de St. Elizabeth Hastanesinde tedavi göre Ezra Pound'a yolladı. Pound'a “Benim gibi sık sık kaçıran birinin aday olup, kazanabileceğini düşünebiliyor musun” diye soruyordu.

Aklımda kendi South End, Back Bay, Boston bölgemden veya oğlunuzun Roxbury bölgesinden eyalet senatör adaylığı var. Mevcut senatör pek göze batmayan bir Cumhuriyetçi. Rakibi de standart seçim kaybeden bir demokrat tipi. Demokrat olarak gireceğim. Zorlu ön seçimlerden çıkabilirsem Cumhuriyetçi oyları toplarım. Ve sonra da 10.000 dolarlık masrafa rağmen Boston Hükümet Binasındaki yıllık 5.000 dolarlık küçük gelirle yaşanacak yeni yıllar. Tavsiyen nedir?

Bir cevap aldığına dair işaret yok.

Anne Sexton yıllar boyunca ilginç bir amaca sahipti: McLean'a kabul edilmek. “Keşke McLean'a bir burs alabilsem” diye fısıldar uzun süreli dostu Lois Ames'a. Bundan sanki Amerikan Sanat ve Bilim Akademisine kabul edilmekmiş gibi bahsetmektedir. Gerçi McLean'a kabul edilmeyi elbette hakediyordu: 30 yaşına kadar iki intihar teşebbüsü ve Glenside ve Westwood Lodge senatoryumlarında uzun süreli kalışlar. İlk şiir koleksiyonu olan To Bedham and Part Way Back'de (1960) deliliği hakkında yazar. Deliliğini bir eğlence aracı yapar, arkadaşlarını ve ailesini gidip gelen ruhsal durumu ile manipüle etmekten çekinmez. McLean'da uzun süreli tedavinin masrafından endişe eden terapisti Martin Orne, Sexton'u kabul etmek istemez. 40 yaşına geldiğinde Sexton, bir Pultizer Ödülü kazanmış ve ulusal dergilerde yazmaya başlamıştır. Ama hiçbir zaman McLean'a bilet bulamamıştır.

Neden McLean? Plath ve Lowell yüzünden. Arkadaşı Ames yakın zaman önce bana “Her ikimiz de Slyvia Plath ve Robert Lowell'in orada kaldığını biliyorduk, o da bu kervana katılmak istiyordu. Aynen ailesinin fertlerinin yattığı Mount Auburn kabristanına gömülmek istemesi gibi” diyerek açıkladı durumu. Sexton hemen hemen her konuda Plath ile sert bir rekabet içindeydi. Her ikisi de Boston'un gelişmiş batı kesiminde yetişmişti. Her ikisi de ağzı iyi laf yapan, güzel ve çekici kimseler idi. Her ikisi de kendini büyük şiire adamıştı – büyük dergilerde (The New Yorker, The Atlantic) ve büyük yayınevlerinde (Knopf, Houghton Mifflin) yayınlamak üzere. Ve büyük ödüllere yönelmişlerdi (Pulitzer Ödülü, Yale Genç Şairler Ödülü). Her ikisi de ruhen istikrarsız olduklarını biliyordu ve psikolojik yıkımın bir şekilde iyi şiir ürettiğini anlamışlardı. Her ikisi, doğru bir şekilde, kendilerini potansiyel intiharcılar olarak görüyorlardı. Lowell'in Ritz Carlton Oteli'nde verdiği seminerlerden sonra verilen martini kokteyllerinde, sarhoş kafayla kendilerini öldürmeyi bile tartışmışlardı. Sexton, Plath için şöyle demiştir: “İlk intihar denemesinin öyküsünü gayet hoş ve sevimli detaylarla anlattı.” Bu konuşma hayali değildi. İntihar hakkında konuşurken, Plath ve Sexton, neden veya ne zamanı değil nasılı planlıyorlardı. Sexton bir şiir yayınlayarak Plath'ın kendi ölümcül yarışlarında kendisini geride bırakmasına sitem eder: “Hırsız! / nasıl yürürsün / nasıl! yalnız başına / çok uzun süredir hasretle istediğim ölüme.”

Lowell'la etkileşimi de Sexton'un düşünce yapısında derin izler bıraktı. Sınıfındaki bir öğrenci olarak, 1959 yılı güzünde Lowell'ın birden yok oluşunun McLean'da sonlandığını farketmişti. İlk tanınan şiirlerinden biri hantal Lowell'ı tasvir eder: “büyük bir kurbağa parçası gibi.” Ama “senin yeteneğine hayranım, çok zarif bir şekilde delisin” diye de ekler.

Sexton, 1968 yılında McLean'ın kütüphanecisi Margaret Ball'dan hastanede şiir semineri vermek üzere bir davet alır.

Sevgili Bayan Sexton,
Birkaç aydır yazmaya yönelik küçük bir hasta grubunun başındayım. Bazıları oldukça yetenekli; bazı şiirleri özellikle muhteşem.

Sizin bir aralar psikiyatrik hastaların yazdıklarıyla ilgilendiğinizi duydum. Bunu bana söyleyen kişi sizin büyük bir hayranınız, sizi bu grubu yönetmek için davet etmemi de o tavsiye etti. Onun bu tavsiyesine, sizin yöneteceğiniz konferans ve atölye çalışmaları fikrini de eklemek istedim...

Ball haklıydı. Sexton, psikiyatri hastalarının yazdıklarına ilgi duyuyordu. Dahası, bir şiir olarak tarzını belirlemesinde yaşadığı psikotik yıkımların büyük etkisi olduğunu düşünüyordu. Diane Middlebrook'a göre Sexton, bir şair olarak ortaya çıkış efsanesini yaşadığı psikolojik yıkımlara bağlıyordu: umutsuzluk batağından “yeniden doğuş.” “Şairler taifesine ait olduğumu keşfettim” diyen Sexton, Orne'nin de yardımıyla şiir yazmaya başlar. Orne, Sexton'a, kendisinin McLean'daki öğrencilerini sınırsızca cesaretlendirmesi gibi cömertçe yaklaşır. Sexton, “Şiirlerimin harika olduğunu söylüyordu” diye hatırlar Orne'yi. “Yazmaya devam ediyordum, çünkü o onaylıyordu.” Middlebrook'a göre Sexton'un hayatını kurtaran şiir oldu.

Daha önce ders vermediği için kendi yeteneklerinin farkında olmayan ve bir oda dolusu duygusal açıdan sorunlu insana hitap etme noktasında endişeli olan Sexton, tecrübeli bir sosyal görevli olan Ames'i kendine eşlik etmesi için ikna eder. Seminerler her Salı akşamı hastane kütüphanesinde verilmektedir. Sexton genelde seminer katılımcılarına Diane Wakoski, Frederick Seidel, Robert Bagg ve Aliki Barnstone gibi çağdaş şairlerden birkaç şiiri konu olarak veriyordu. Seminerin akışı öğrenci-hastalardan mevcut olanların durumuna göre farklılık gösteriyordu. Sexton her bir katılımcıya bir sonraki seminer için bir veya birkaç şiir hazırlamasını söylüyor, Margaret Ball da bu şiirleri hafta içinde toplayarak Sexton'a ulaştırıyordu.

Hangi hastanın bir sonraki seminere katılacağını bilmeye olanak yoktu. Bazı hastaların hastane bahçesinde kendi başına dolaşmasına hatta kent merkezine gitmesine izin verilirken, bazılarının da intihar etme riskleri bulunduğu için yanlarına “melek” adı verilen iki kişi nezaret etmek üzere görevlendiriliyordu. Bazı hastalarının durumu günden güne hatta saatten saate değişiyordu. Mükemmel bir şiir yazan bir hasta durumu iyileşinceye kadar haftalarca ortalıkta gözükmüyordu.

Cambridge'de yaşayan Robert Perkins adında bir yazar ve belgesel film yapımcısı Talking To Angels adlı 1996 yılı anı kitabında seminerlerden birini tasvir eder.

McLean'dayken Anne Sexton şiir yazma dersi veriyordu. Şair olmaya iştahlı küçük bir grupla buluşmak üzere gelirdi. Bazı kaçık öğrenciler eğlenceli olsa da her zamanki gibi sıkıcı iki saatti. Kaçıklar şiirlerini okumak için ayağa kalkar ve şiirlerini, çoğunlukla bağırarak, okurlardı. Bir kaçıklar korosu. Sexton arasıra konuşur ama daha çok olayları kendi akışına bırakıp izlemeyi tercih ederdi. Biri şiir hakkında konuşsa veya bir şiir okusa, bu onun istediği şeydi. Ben dahil olmak üzere çoğumuz mantıklı bir şey bulup söylemek veya şiir yazmak bir yana, kafamızı bile kaldırmıyorduk.

Bryn Mawr'dan birkaç yıl önce çekilmiş Eleanor Morris isimli genç bir hastanın ise daha farklı anıları var.

Aklımda imge olarak Anne'nin kütüphanede bir şeylere, belki bir piyanoya, yaslanmış bizim de çevresinde sandalyelere yerleşmiş hali var. Bize ödevler verirdi, ayrıca bayağı cesaret gerektiren herkesin kendi şiirini okuma zorunluluğu vardı. En çok hatırladığım mavi, masmavi gözleri. Gözleri her hafta gördüğüm bir ümit kaynağı idi, bana birşeyler yapma cesaretini veriyordu.

Sexton'un seminerlerinde kaynak veya beyin gücü problemi yoktu. Perkins, Boston'un saygın ailelerinden birinden gelen, Harvard eğitimine “McLean'dan diploma almak” için bir yıl ara vermiş biriydi. Morris, Ralph Waldo Emerson ve Frederick Law Omsted'e ikinci dereceden akraba idi. Ama Sexton'un favori öğrencisi Fort Smith, Arkansas'tan Radcliffe Kolejinde bir yıl eğitim gördükten sonra psikolojik çöküntü yaşayan Eugenia Plunkett isimli bir kadındı.

Plunkett, çekici ve parlak bir lise seviyesi şairiydi ve Sexton'la tanıştığında McLean'la ilişkisi beşinci sene içindeydi. Arkansas'tan Radcliffe taşınmak ve 1950'lilerin Cambridge'i onun için çok fazlaydı. Fort Smith'li bir işadamı olan küçük kardeşi Robert “Harvard'a geçiş için yeterince hazırlıklı değildi” der onun için. “Notları önceki gibi iyiydi ama rekabet çok sertti. Daha çok sosyal hayat istiyor ama nasıl davranacağını bilmiyordu” diye de ekler.

Ball'a Sexton'u McLean'a davet etme önerisini götüren Plunkett olabilir. Utangaçlıktan çok çekmiş olsa da seminer başlamadan önce bazı şiirlerini Sexton'a göndermiş ve çok büyük bir hayranı olduğunu vurgulamıştır. Bir keresinde Sexton'un kızı Linda'nın onbirinci doğum günü için yazdığı “Küçük Kız, Çalı Fasulyem, Sevgili Kadınım” başlıklı şiirine atfen “Ben sizin çalı fasulyenizim” demiştir.

İki kadın dersler arasında da görüşmeye devam ettiler. Sexton'la diğer hastalar hakkında dedikodu yaptılar. Plunkett, psikiyatrını boşanıp başka biriyle tekrar evlendiği ve onunla ilişki kurmaktan kaçındığı için bıraktığını söylediğinde, benzer ruh hallerine aşina olan Sexton bunu anladığını belirtir şekilde tepki vermiştir.

Durumu daha iyi idare edebilirdi. Reddedilmişlik duygusu yaşaman normal, ama onu görmekten vazgeçmek zorunda kalman da çok kötü. Bir şey söyleyeceğim sadece. Gördüğüm tüm psikiyatrlar deli, ama yine de onlardan çok şey öğrendim. Onunla ilgili anlattıklarına bakılırsa aslında onunla kesinlikle evlenmek istemeyeceğini söyleyebilirim, ama yine de duygularını düşündüğünden daha iyi anlıyorum.
Plunkett edebi dergilerde şiirlerini yayınlamaya başlayınca Sexton, onun başarısı için en samimi tebriklerini sundu. Plunkett'in en başarılı şiirlerinden biri Hudson Review dergisinde yayınlandı. “Encounter, Psychiatric Institute” başlıklı şiir McLean'da geçiyor.

O berbat
İsimsizlik.
Bana gülümsedi,
Yerleşip yayıldığı yerden.
Eğik gergide iki iri adam,
İtişip kakışıyor merdivende.
“Kime teşekkür etmeliyim
Benimle ilgilendiği için” der gibi o.
Bana gülümsedi. Koyu ve açık kırmızı
Renkleriydi kolunun. Aniden anladım,
Unufak eden oydu.

Dehşetli, ama zararsız gülümseme!

O isimsizlik! Tüm insanlar, acayip.
(Ani, ama berbat bir şekilde yavaş
Biliyorum), tek kelime alamaz.
Karanlık odasında, bıçak ağzı, parmak, kol,
Veya kör ruhunun hükmü. “Duy işte,”
Dedi karanlık odasına dünyanın, yalnız bir şekilde.
Hatta daha sonra, dışarıda,
Taşlardan – yıldızlardan – veya hayvanlardan –
Köpeklerden galaksiler gibi.
Tek yapabildiğimiz dikilmek ve seyretmek idi.
Ve orada, kol, çıplak. Kendi ruhu gibi, çıplak.

Kurdelalar arasından gülümsüyor – ten –
Diyor ki, “Yalnızım – ses bile yok,
Konuşuyorsun, tanımadan görerek,
Yıldızı, hayvanı ve kendi kanımı.”

Plunkett 1969 yılında Arkansas'a döndü, ama Sexton'la ilişkisi devam etti. Haziran'da tekrar kliniğe yatırıldığını bildirdi: “Endişe yok gerçi, yakında dışarıdayım zannediyorum.” O yaz aya ilk ayak basıldığı yazdı, Plunkett Sexton'a olay hakkında yazdığı bir şiirini gönderdi. Sexton, “Anlamasam da şiiri bana göndermenden memnun oldum...Uyakların çok ustaca, ama seni duyuyorum, Jeanie, şarkı söylediğini duyuyorum” şeklinde karşılık verdi.

O yıl Plunkett tek şiir kitabı olan If You Listen Quietly'yi bastı. Kitapta Sexton'a atfedilmiş bir bölüm de vardı (Fragment to Anne). Onaltı yıl sonra fiziki ve psikolojik rahatsızlıklarla geçmiş bir yetişkinlik döneminden sonra Fort Smith'de sinirsel tedavi görürken öldü. Öldüğünde 53 yaşındaydı.

1969 sonbaharında çatışan sorumluluklar Sexton'u McLean seminerlerinden alıkoymaya başladı. En son dersini Haziran'da verdi. Bazı öğrencileriyle derslerden sonra da birkaç yıl yazıştı.

Sexton'un sürekli kendini eleştiren depresif karakteri kaçınılmaz olarak seminerleri başarısız olarak kabul etti. Aralık 1973'te McLean şiirleri ve seminer notlarını bir dosyada topladı ve keçeli kalemle “Yaratıcı yazına dair ilk derslerim – 1969. Grupları idare etmedeki yetersiz bilgim, grubun sürekli değişen mahiyeti ve şairle yardımcıların birbirine karışması nedeniyle çok zordu. Daha iyi öğretmek için şairin kendini daha iyi adaması lazım.”

McLean seminerleri hakkında olumsuz düşünse de Sexton bu seminerlerle güven kazandı ve öğretmeye yönelik çabalarını hızlandırdı. McLean'daki öğrencilerinden biri Sexton'un evinde Boston bölgesindeki istekliler için kış aylarında bir atelye çalışması organize etti. Daha sonra Boston Üniversitesinden akademik görev aldı. Seminerleri Lowell'in seminerleri gibi ün kazandı.

McLean'daki öğrencileri şöhreti, kendi psikolojik sorunları ve kursa verdiği emek nedeniyle Sexton'u sevmiş görünüyordu. Sexton'a hastaların seminerler arasındaki hayatları hakkında güncel bilgiler gönderen Margaret Ball, eserlerinin kütüphaneden diğer yazarlarınkinden daha fazla çalındığını söylüyordu. “'All My Pretty Ones' (Tüm Sevdiklerim) dördüncü defa çalınmadan önce sadece bir hafta rafta kalabildi.”

Sexton'u “çok güzel ve çok heyecanlı” olarak hatırlayan Robert Perkins, “Sexton için hastaneye geri dönüp bir grup kaçıkla ilgilenmenin ne kadar zor olduğunu tahmin ediyorum. Kendisi gelmişti. Belki birimize yardım edebileceğini düşünüyordu. Belki etti de.”

Ölümüne yakın, Sexton büyük emelini gerçekleştirdi. 1973 yılında psikolojik çöküntü içindeyken McLean'da 5 gün tedavi gördü. Hasta Eşya Formu onun bu ziyaretinden kalan birkaç izden biri. 2 Ağustos'ta Sexton 9 kredi kartı (biri Hotel Algonquin'den), 220 dolar nakit ve seyahat çekleri (muhtemelen parkmatikler için 5 dolar metal para) teslim etmiş. Eşyalarını 7 Ağustos'ta geri almış.

Sexton'un eski öğrencilerinden Elanor Morris, Sexton'la beklenmedik şekilde McLean'da Kuzey Belknap'ta karşılaşmıştı. “Seminerlerden beni hatırladı, ama fazla konuşmadık. Görünümü çok kötüydü ... kalbim parçalandı.” Akıl hastalığının berbat yüzü kendini gösteriyordu: zarif, arka arkaya sigara içen, Pulitzer ödüllü Sexton eski hasta-öğrencilerinin arasındaydı. İntihardan bir yıl önce en son şiir kitabı olan The Awful Rowing Toward God (Tanrı'ya Doğru Korkunç Kürek Çekiş) çalışmasına başladı.

Morris 5 Ekim 1974'de saatli radyosuyla nasıl uyandığını hala hatırlıyor. Bir spiker şair Anne Sexton'un öldüğünü haber veriyordu. Morris “Radyo öldüğünü söylüyordu ama ben intihar ettiğini biliyordum, tüm sabahı ağlayarak geçirdim” diyor.

Morris, Sexton'un seminerler sırasında kendine verdiği 1966 tarihli Live or Die (Yaşa ya da Öl) adlı bir şiir kitabını hala saklıyor. İçine Sexton şöyle not düşmüş, “Benim yönüm yaşamak – Ellie'ye)

Eleanor Morris hala yaşıyor ve Concord, Massachusetts'de şiir yazmaya devam ediyor.

Powered by Blogger